Bez Konca – Krzysztof Kieslowski (1985)

“Ben dört gün önce öldüm”

Avukat olan eşini âni bir şekilde kaybeden bir kadının ve adamın müvekkili olan politik bir tutuklunun davasının paralel anlatılan hikâyeleri.

Senaryosunu Krzysztof Kieslowski ve Krzysztof Piesiewicz’in yazdığı, yönetmenliğini Kieslowski’nin yaptığı bir Polonya filmi. Yönetmenin daha sonraki tüm yapıtlarının senaryosunu yazan Piesiewicz ve sonraki filmlerinin hemen tümünün müziklerini hazırlayan Zbigniew Presiner ile ilk iş birliklerini yaptığı film 1982’de, Polonya’daki rejim değişikliğine giden yolu açan ana faktörlerden biri olan Solidarność (Dayanışma) Sendikası’nın yasaklanmasının üzerinden 1 yıl geçtiği sıkıyönetim döneminde geçiyor. Bir kadının büyük bir kayıpla baş etmeye çalışması ile onun kaybettiği avukat eşinin sendika faaliyeti nedeni ile tutuklu olan müvekkilinin davasını birlikte ele alan yapıt, yönetmenin en poliitik çalışmalarından biri ve seyirciden beğeni alsa da; dönemin iktidarı (“sendikacıları iyi göstermesi”), muhalefeti (“rejime taviz vermesi”) ve Kilise’nin (“karamsarlığı ve dine aykırı finali”) ciddi eleştirilerini almıştı. Öykünün karakterlerinden birinin bir “hortlak” olduğu film metafizik unsurları ile Kieslowski’nin “kader”i bir tema olarak kullandığı yapıtlarına yakın dururken, belki yönetmenin en parlak çalışmalarından biri olmasa da; ilginç öyküsü, politik boyutu ve Kieslowski’nin sinemasının tadını içermesi ile önemli bir film kesinlikle.

Kieslowski bu yapıtının ülkesinde nasıl karşılandığı ile ilgili bir soruya (önemli bir soru bu; çünkü film Polonya’da komünist rejim devrilmeden önce çekilip gösterime sokulan, adı bir sahnedeki afişle anılan yasaklı bir sendikanın mensuplarından birini hikâyelerinden birinin odağına alan bir çalışma) şu cevabı vermiş: “Hiçbir filmimde olmadığı kadar kötü karşılandı film. Rejimden, muhalefetten ve Kilise’den çok kötü tepkiler geldi. Bunun tek istisnası seyirci oldu; hiç tanımadığım insanlardan bir film hakkında bu kadar çok mektup aldığım -bir teki bile olumsuz eleştiri içermiyordu- bir dönem hiç olmadı ve hepsi sıkıyönetimle ilgili gerçeği anlattığımı ifade ediyordu”. Buna karşılık, daha önce de yönetmenle iş birliği yapmış olan filmin görüntü yönetmeni Jacek Petrycki, Kieslowski’yi filmin kurgusu sırasında yaptığı bir tercih için eleştirmiş ve bir daha onunla çalışmamış. Dayanışma Sendikası üyelerinin, öykünün kadın kahramanının küçük oğlunun da katıldığı gösterilerini görüntüleyen sahneyi kurguda çıkarma kararı almış Kieslowski ve her ne kadar filmde çocuğun, annesine bu gösteriye gittiğini söylediğini ve -polisin eylemcilere karşı kullandığı gazın- boş kapsülünü gösterdiğini görsek de, görüntülere hiç yer verilmemesini iktidara verilen bir taviz olarak nitelendiren Jacek Petrycki, Kieslowski’yi bağışlamamış hiç. Ne var ki, kariyerinin belki de en politik filmini çeken yönetmenin, kesinlikle cesaret gerektiren bir sonuç elde ettiğini ve zor bir dönemde hassas bir hikâyeyi anlattığını söylemek de gerekiyor.

Bir mezarlıkta gece karanlığında yanan binlerce mumu gösteren bir görüntü ile açılıyor film ve usta müzisyen Zbigniew Presiner’in güçlü ve trajik bir dokunaklı yanı olan müziği eşlik ediyor bu görüntüye. Ardından, uyuyan bir çocuğun başına saçını okşayacakmış gibi uzanan bir erkek elini görüyoruz. “Ben dört gün önce öldüm” diyor kameraya bakarak konuşan bu adam. Yatağında içine kapanırcasına uzanan, siyah giysiler içindeki bir kadın geliyor görüntüye sonra ve adam ölüm ânını, o andaki düşünce ve duygularını anlatmaya başlıyor. Çalan telefonun sesi durduruyor adamın anlattıklarını. Ölü olan avukat Antek (Jerzy Radziwilowicz), tercümanlık yapan eşi Urszula (Grazyna Szapolowska) ve çocukları Jacek (Krzysztof Krzeminski) ile tanışıyoruz bu açılışta. Telefonla arayan, Antek’in ölmeden önce davasını üstlendiği ve sendika eylemlerini örgütlemekle yargılanan Darek’in (Artur Barcis) eşi Joanna’dır (Maria Pakulnis). Davayı Antek’in mesleğinin başında yanında staj yaptığı ve yıllardır hiçbir politik dava almamayı seçmiş Labrador (Aleksander Bardini) üstlenir, başta isteksiz olsa da. Hem bu ilk sahnelerde hem de sonra tüm öykü boyunca Antek, bir hortlak olarak karşımıza çıkarak zaman zaman olayları yönlendirecektir ve bu bağlamda adeta “kaderin eli” rolünü üstlenecektir.

“Kaybolan” dosyalar, grev örgütlemenin suç olması, yargı sisteminin adaleti sağlayacağına yönelik inançsızlık, tedirgin yeraltı faaliyetleri veya cezaevlerindeki açlık grevleri gibi unsurlar hikâyeye yeterince politik bir hava katıyor şüphesiz ama avukatın bir hortlak olarak varlığı -insanlara görünmüyor ama hayvanlar (burada bir siyah köpek) algılıyor onu bu tür hemen tüm filmlerde olduğu gibi- bu politik boyuta eş önemde bir manevî yan da katıyor hikâyeye. Davayı almakta başta hayli isteksiz olan avukatın, kendisine Antek tarafından hediye edilmiş köstekli saatini kritik bir anda elinden düşürmesi veya aynı avukatın adının bir listede kimliği meçhul biri tarafından işaretlenmiş olması gibi örnekler ölünün olan bitene müdahalesine işaret ederken, kaderin kendisinin elinin de örnekleri var hikâyede. Kadının belki de hayatına mâl olacak bir kazadan kurtulmasını sağlayan geçici arıza bunlardan biri. Buradaki kaza sahnesi Kieslowski’nin sekiz yıl sonra çekeceği, “Trois Couleurs: Bleu” (Üç Renk: Mavi) adlı başyapıtındaki benzer bir sahneyi hatırlatırken, yine o filmde Juliette Binoche’un elinin sırtını duvara sürttüğü sahneyi hatırlatacak bir şekilde, Urszula’nın naylon çorabının uçlarını yırtarak ayak parmaklarını ortaya çıkarması yönetmenin görsel tercihlerinin sürekliliğini de gösteriyor.

Hortlak karakteri ve kader teması elbette Kieslowski’nin yapıtına manevî bir boyut katıyor; 1981’de çekse de sansür nedeni ile ancak 1987’de gösterime çıkabilen “Przypadek” (Kör Talih) filminin bir örneği olduğu gibi yönetmen, onunla “Trois Couleurs: Blanc” (Üç Renk: Beyaz) filminde çalışan oyuncu Julie Delpy’nin söylediği gibi “kaderle saplantılı bir ilişkisi” olan bir sanatçıydı ve burada da bu tutkunun güçlü bir örneğini görüyoruz. Kuşkusuz Kieslowski “kadere boyun eğmenin gerekliliği, kaderin kaçınılmazlığı” temasını dile getirme telaşında olan bir sinemacı değildi; insanların seç(ebil)me iradesini aynı güçle getirdi karşımıza her zaman. Bu filmde de karakterlerin seçimleri var üzerinde durulması gereken: Urszula kocasını beklenmedik bir şekilde kaybetmenin travmasını atlatmaya çalışırken hayata tutunmak için çocuğunun sevgisi, içlerine sürüklenir gibi olduğu politik aktivistlerle ilişkisi ve seks arasında gidip geliyor; onun öyküsü baştan sona seçimlerle dolu, dolayısı ile ve final de onun seçimi üzerine kurulu tamamen. Sendikacı Darek’in karşı karşıya kaldığı seçim ise cezaevinde başlayan açlık grevi karşısında takınacağı tutum ile ilgili. Avukat Labrador’un, müvekkilini bu eylemden vazgeçirmeye çalışırken hatırlattığı şu konu kritik bir hatırlatma seçim yapmak hakkında: Avukat, genç adama örgütlenerek, direnerek ve tanklara karşı durararak sıkıyönetime verdikleri cevabın “yaşamak” olduğunu, yaşamayı seçtiklerini hatırlatıyor akıllıca. Labrador da, meslek yaşamının sonuna geldiği bir dönemde, belki de en yanlış dönemde, bir politik davayı üstlenme seçimi ile karşı karşıya kalıyor. Evet, bu seçimlerin hemen tümünde Antek’in metafizik boyutlu katkıları var ve hatta hipnoz da bir unsuru öykünün ama Kieslowski’nin yalın ve doğal sineması, asıl faktörün bireysel irade(ya da iradesizlik) olduğunu dile getiriyor. Nitekim Darek ile Urszula’nın birbirine taban tabana zıt olan seçimleri de, koşullar ve sonuçtan da bağımsız olarak, kaderi bireysel seçimlerin belirlediğini söylüyor.

1990’lar Türkçe Pop’unun önemli şarkılarından biridir “Anladım”; Aykut Gürel’in bestelediği, sözlerini Zeynep Talu ile Leman Sam’ın yazdığı şarkıda, “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe / Sırf sana benziyor diye usulca sokulup merhaba dedim / … / Konuştu bir şeyler söyledi, beklediğim sözler bunlar değil / Yüzüme baktı, gözlerime ama senin gibi değil” der Leman Sam kırık bir hüzün ve özlemle. Kieslowski’nin filminde Urszula da benzeri bir macera yaşar elleri kocasınınkilere benzeyen bir yabancı erkekle. Kadının bu adama tek kelime bilmediği Lehçe ile içini döktüğü sahne Grazyna Szapolowska’nın performansının da katkısı ile filmin en etkileyici anlarından biri olurken, karakterin yalnızlığı, travması ve mücadelesinin sembolü oluyor bir bakıma.

Bir kitabın içine saklanmış 200 dolar, bir yabancının bir Polonyalıya seks için ödediği 50 dolar veya üzerine Dunlop etiketi yapıştırılmış Polonya malı bir tenis raketi gibi unsurlarla o dönemdeki ekonomik ve sosyal sıkıntılara da değinen filmde; sıkıyönetim ilan edilmesinden sonra, ülkeyi yöneten Polonya Birleşik İşçi Partisi’nden istifa eden Leh şair Ernest Włodzimierz Bryll’in bir şiiri de (“Ve bilmiyorum nasıl / bir kurttan uyuz bir köpeğe dönüştüğümü“) ülkedeki karanlık atmosferi anlatmak için kullanılmış. Urszula’nın çevirisini yapmakta olduğu kitabın bir Orwell eseri ya da Orwell üzerine bir çalışma olmasını da filmin politik imaları arasına ekleyebiliriz. Szapolowska’nın yanında, Aleksander Bardini ve Artur Barcis’in de başarılı performansları ile dikkat çektikleri filmi Slovenyalı filozof ve sosyolog Slavoj Žižek, “Trois Couleurs: Bleu”nun “ön çalışması” ve “zıddı” olarak değerlendirmiş ve birlikte ele elınmaları gerektiğini öne sürmüş. Gerçekten de içerdiği hayal kırıklığı ve yenilgi duygusu ile diğerinin tersi bir noktada duruyor bu yapıt ama yine de, ölmesi nedeni ile artık bugüne değil, geçmişe ait olan ama yine de bugüne müdahale edebilen Antek karakterinin Polonya toplumuna kendisinden ve geçmişindeki parlak günlerden güç alabileceği yönünde bir umut ışığı yaktığını söylemek de mümkün. Paralel hikâyelerin biçimsel ve kurgu olarak değil ama birbirini tamamlama açısından bir parça eksik kaldığı yapıt; yaşamanın uzlaşmak, taviz vermek, direnmek, ret etmek gibi kavramlar üzerinden tartışılabileceğini hatırlatan ilginç bir çalışma. Yaşlı avukatın adının Labrador olması ve muhtemelen labrador cinsinden olan siyah bir köpeğin hikâye boyunca sık sık karşımıza çıkması, Antek’i görüp hissedebilenin sadece o olması ve hatta bir sahnede ölü avukatın ruhunun sanki bu köpeğin bedenine girdiğinin ima edilmesi ise meraklısı için farklı yorumlara açık bir durum ve içine girmesi çok da kolay olmayan filmin ilginç öğelerinden biri.

(“No End” – “Sonsuz”)

Przypadek – Krzysztof Kieslowski (1987)

“Her nesil bir ışık ister, dünyanın daha iyi ve daha adil olabileceği konusunda güven ve inanca ihtiyaç duyar. Bu arzu, Marx’tan daha eski ve Marx’tan daha yeni, bir ilaç gibidir. Başta mutluluk verir çünkü ışık erişilebilir gibidir; sonunda ise mutluluk yerini acıya bırakır. Kırk yıl boyunca çok şey gördüm geçirdim ve şimdi o ışık başta olduğundan daha uzakta. Engebeli bir yol bu ama güven bana: Acı ve umudun olmadığı bir hayat zavallı bir hayattır”

Babasının ölümü üzerine Varşova’ya gitmek isteyen bir adamın yolculuk edeceği treni yakalaması ya da yakalayamaması üzerine farklı yollarda ilerleyen hayat(lar)ının hikâyesi.

Krzysztof Kieslowski’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya filmi. Film bir trenin peşinde koşan bir adamın bu treni yakalama çabasının sonucuna göre gelişen üç farklı hikâye anlatıyor bize. Son örneklerinden biri Jaco Van Dormael’in 2009 tarihli “Mr. Nobody”si olan “Ya öyle değil de böyle olsaydı” türündeki hikâyelerin en önemlilerinden biri olan bu Kieslowski filmi rastlantıların (ve onlara bağlı olan ya da olmayan seçimlerin) hayatımızı nasıl değiştirebileceğini anlatan bir çalışma. Kieslowski’nin “kader” odaklı filmlerinden biri bu ve ülkesinin içinde bulunduğu politik durum için de de dolaylı ve dolaysız eleştirileri ile dikkat çekiyor. Hikâyenin kahramanı olan Witek karakterini canlandıran Boguslaw Linda’nın muhteşem bir performans gösterdiği film Polonya’da altı yıl boyunca yasaklı kalmış ve 1981’de çekilmiş olsa da 1987’de seyirci ile buluşabilmiş ancak. Kader ile özgür iradenin çatışması üzerine seyirciyi düşünmeye de yönlendiren film sıradan bir eyleminin bireyin hayatını nasıl derinden değiştirebileceğini de bize hatırlatan güçlü bir sinema eseri.

Film birbirinden bağımsız görünen görüntülerle başlıyor: Dehşet içinde çığlık atan ve “Hayır!” diye bağıran bir adamın yakın plan çekimi, bir hastane koridorunda yatan ölüler ve yaralılar, bir otopsi dersindeki tıp öğrencileri, Danimarka’ya giden (kaçan?) bir baba ve oğul ile vedalaşma vs. Bu görüntüler seyredeceğimiz ve peşinden koşulan bir trenin yakalanması ya da yakalanmaması üzerine gelişen üç farklı hikâyeden seçilmiş çeşitli parçalar ve film ilerledikçe bu görüntüler yavaş yavaş yerine otururken film de gittikçe artan bir etkileyiciliğe kavuşuyor.

Üç farklı hikâye var karşımızda; ilkinde Witek treni son anda yakalamayı başarıyor, sonraki ikisinde ise kaçırıyor treni; bunların ilkinde bir istasyon görevlisi onu zor kullanarak durdurduğu için kaçırıyor treni, ikincisinde ise tüm gayretine rağmen yetişemiyor trene. Bu hikâyelerin üçünde hem kaderin darbesi hem de bireyin seçimleri var olan biteni etkileyen; yine de rastlantıların (ya da kaderin) bir parça daha belirleyici olduğunu kabul etmek gerekiyor. Hikâyelerin birinde hükümet için çalışan, diğerinde muhaliflere katılan, sonucusunda ise muhalif olsa da politik eylemlerden uzak duran Witek’in son hikâyedeki sürpriz ve trajik sonu en baştaki görüntünün de açıklaması olurken, Kieslowski seyirciyi hazırlıksız yakalıyor bu final için. Kieslowski’nin senaryosu politik olmaktan hiç çekinmeden oluşturulmuş; bir tıp merkezini atanan yeni yöneticiler yüzünden işgal eden gençler, işlemediği bir suçu itiraf etmek zorunda kalanlar, grev, polisin dövdüğü suçsuz bir adam, muhaliflerin peşinde gezen hükümet ajanları, protesto bildirileri vs. hikâye boyunca karşımıza çıkıp duruyorlar. Filmin çekimleri Walesa’nın yönetimindeki Dayanışma sendikasının yavaş yavaş ciddi bir hükümet karşıtı güç olmaya başladığı yıllarda çekilmiş ve hatta aynı yılın sonunda yaklaşık 1.5 yıl süren bir sıkıyönetim de ilan edilmişti ülkede. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı savaşmış olan komünist kadın; muhaliflerle birlikte hareket eden rahip; hikâyelerin birinde yönetimdeki komünist partiye üye olan, ikincisinde ise muhalif bir örgüte katılıp kilisede vaftiz edilmeyi isteyen kahramanımız üzerinden gündeme getirilen parti ve kilise kurumu gibi unsurları ile hikâye ülkenin o dönem içinde bulunduğu politik durumun yansımalarını olabilecek en açık şekilde sergiliyor seyirciye.

Film Kieslowski’nin örneğin “Üç Renk Üçlemesi” kadar güçlü ve etkileyici değil belki ama yavaş yavaş artan bir etkileyiciliğe sahip ve özellikle sürpriz finali ile karamsar ama çok güçlü bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Gerçekçilikten taviz vermeyen filmin -yine- özellikle finali ile özgür iradenin kader/rastlantılar karşısındaki “çaresizliği”ni vurgulaması ilgi çekici. En baştaki o “hayır çığlığı”nın somutlaştırdığı ve görselleştirdiği bu çaresizliğin bireyin iradesinin önüne geçirilmesini de Kieslowski’nin politik bir tercihi olarak görmek gerekiyor. Bu tercih filmin karamsar havasının en temel nedeni ve kimilerini rahatsız edebilir kuşkusuz; sonuçta hikâyenin finalini -bir parça abartı ile- mücadele etmenin anlamsızlığının sembolü olarak görmek mümkün. Öte yandan bu tercih hayatın gerçekleri ile uyumlu bir seçim olarak da değerlendirilebilir elbette.

Baş karakterin bir komünist, dindar bir antikomünist ve apolitik hayatlar sürdüğü üç ayrı hikâyede görüntü yönetmeni Krzysztof Pakulski’nin renk tercihlerinin (soluk ya da soğuk sıfatı ile tanımlanabilecek mavi, gri ve kahverengiler) depresif yanının altını çizdiği filmde özellikle hareket halindeki treni yakalama sahnelerinde etkileyici bir mizansen yaratmış Kieslowski ve tümü bir hayal kırıklığı ile sona eren üç ayrı alternatif barındıran hikâyesini teknik oyunlara başvurmadan anlatmayı tercih etmiş. Özgür irade, seçimler, rastlantılar, ilahî kader gibi farklı ve hatta zıt uçlarda duran ifadelerle açıklanabilecek hikâyeleri ile Kieslowski belki de bize hayatın tüm bunların toplamı olduğunu ya da bunların hiçbiri ile açıklanamayacağını söylüyor. Sadece bir Kieslowski filmi olduğu için değil, aynı zamanda önemli bir sinema eseri olduğu için de görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Blind Chance” – “Kör Talih”)

Amator – Krzysztof Kieslowski (1979)

“Ama ben yanlış bir şey yapmadım ki! Her şeyi olduğu gibi gösterdim, özellikle böyle yaptım”

Yeni doğan çocuğunu filme çekmek için aldığı amatör kamerası ile kendisini birden kasabanın resmî sinemacısı olarak bulan bir adamın bir “sanatçı” olarak yaşadığı sıkıntıların hikâyesi.

Krzysztof Kieslowski’nin yönettiği ve senaryosuna filmin başrolündeki Jerzy Stuhr’un da katıldığı bir Polonya yapımı. Sinemacılık kariyeri belgesellerle başlayan Kieslowski’nin bu ikinci uzun metrajlı ve konulu sinema filmi yönetmenin belgeselciliğinden de izler taşıyan ve daha da önemli olarak belgeselin sınırlarını, anlamını ve gerçekliğini sorgulayan (ve sorgulatan) bir çalışma. Stuhr’un çarpıcı bir performansla baş karakterinin tüm duygularını ve yaşadıklarını seyirciye geçirmeyi başardığı film sanatçı olmanın bedeli üzerine hafif bir el alıştırması niteliğinde. Bu hafif görünümüne karşılık -ve bir Kieslowski filmi olmasının doğal sonucu olarak- oldukça da etkileyici bir çalışma bu ve Polonya’da özgür sinema yapmanın zorlukları üzerine de düşünmesini sağlıyor seyircinin. Yönetmenin kendisi, sinema ve özel olarak da belgesel türü ile hesaplaşması bir bakıma bu film ve tüm Kieslowski filmleri gibi görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

Kieslowski bir röportajında belgeselden uzaklaşmasının nedenleri arasında otoriter bir rejimde gerçekleri anlatmanın mümkün olduğu konusunda kuşkularının olmasını ve bunu doğrulayacak bir şekilde televizyon için çektiği bir belgeselin sansür tarafından ciddi olarak kesilmesini göstermiş. 1979 tarihli bu filminde bir amatör belgeselcinin yaşadıklarını anlatarak bir anlamda kendi başından geçenlere de bir göndermede bulunmuş yönetmen. Oldukça naif bir adam Filip ve bu naifliği hem bir birey olarak karakterinde (iş ve özel hayatında) hem de “yönetmenlik” kariyerinde gösteriyor kendisini. Filip’in, ilk çocuğunu doğumundan itibaren görüntüleyerek bir anı filmi oluşturmak düşüncesi ile aldığı amatör kamerası (8 mm.lik bir Sovyet Quartz 2 kamera bu) kasabadaki tek kameranın sahibi olmasına ve sonucunda da bir satın almacı olarak çalıştığı devlet kurumunun resmî sinemacısı olmasına neden oluyor. İsteksizce başladığı yönetmenlik kariyeri ise ona özel hayatındakiler de dahil olmak üzere önemli bedeller ödetecektir ve bu süreç yaşadığı toplumdaki özgürlük alanının kısıtlarını keşfetmesini sağlayacaktır.

Çalıştığı şirketin bir bakanın da katılacağı 25. yılını kutlama törenlerini filme çekmekle işe başlar Filip ama bu ilk denemesi kendisi açısından sinemacılıkla ilgili kavramlara yakınlık sağlarken, sansür ve otoritelerin beklentileri ile de bir sanatçı olarak ilk kez karşı karşıya gelmesine neden olur. En yakın arkadaşının her şeye (eş, bebek ve ev) sahip olduğu için kıskandığını söylemesi üzerine “Bir şeyi gerçekten istersen ona sahip olursun” cevabını veren adamı karısı da “Çünkü sen iyi bir adamsın ve adalet diye bir şey var” sözleri ile yanıtlıyor. Kadının gördüğü bir kâbus ile açılan filmde adam bu kâbusun ima ettiği üzere bir yandan sinema kariyerinde ilerlerken, diğer yandan da ciddi sorunlar yaşamaya başlıyor. İki farklı alandadır bu sorunlar: Kamerasına ve film çekmeye karşı duyduğu aşırı heyecan eşi ile arasının bozulmasına neden olurken, çektiği filmler de çeşitli nedenlerle sakıncalı bulunmaya başlanıyor. Patronu çektiği ilk filmin (sessizdir bu film) üzerine görüntülerin anlam ve önemi üzerine konuşmalar ve müzik eklemesini, herhalde partinin pek tutmadığı gözlüklü bir adamın daha az gösterilmesini ve hatta filmden çıkarılmasını, kutlamaya katılan sanatçılara para ödenmesini gösteren görüntülerin kesilmesini ve asıl konu ile ilgisi olmayan güvercinlerin görüntüsünün atılmasını ister. Filip güvercinleri çekerken ilk kez gerçeğe müdahale etmiş ve onları pencere kenarına çekmek için ekmek kırıntılarını kullanmıştır. Bu sahne belgesellerin gerçekliği ile ilgili ilk ve hoş bir gönderme olarak da yer alıyor filmde, bir sansüre neden olmasının yanı sıra.

Karısının, girdiği bir amatör film yarışmasını kazanmamasını söylemesi ve bir iş arkadaşının “otuz yaşından sonra Tanrı’ya inanmaya başlayan ve sonunda rahip olan kardeş”inin akıbetini örnek göstererek dikkatli olmasını istemesi gibi uyarılarla karşılaşan ve yetimhanede büyüyen, heyecanlanınca hıçkırık tutan amatör sinemacı Filip’in gerçeği göstermek tutkusunu hafif ve dürüst bir dil ile anlatıyor Kieslowski. Baş karakterinin naif kişiliğine ve onun belgeselciliğine uygun bir dil bu; görüntüleri ile özel bir görsel çarpıcılığın peşinde koşmuyor yönetmen ve örneğin sonraki filmlerinin görsel etkileyiciliğinden uzak duruyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, belgesel ile kurgunun arasında bir yerlerde duruyor Kieslowski ve sinemanın kendi gücünü ima eden içerik ile yetiniyor. 25 yıldır aynı iş yerinde çalışan bir adamın kendi hayatını anlatan belgesel karşısında kapıldığı duygusallık veya bir komşunun ölmeden önce çekilmiş son görüntüleri (pencereden gülerek bakan kadının netliği tam olmayan o görüntü!) gibi unsurların yanında yeni yönetmenin kameranın görüş alanını taklit eden el hareketleri (terk eden kadının arkasından bu hareketi yaptığı sahne hem eğlenceli hem de karakterin kapıldığı ruh haline çok uygun) ve filmde kendisini oynayan ünlü Polonyalı sinemacı Krzysztof Zanussi’nin varlığı ve konuşmaları sinemanın gücü ve etki alanını hatırlatıyor seyirciye.

Krzysztof Knittel’in duygusal müziğinin eşlik ettiği hikâyenin finalinde Filip’in kamerayı kendisine çevirerek son bir yılda yaşadıklarını anlatmaya başlaması ve yaptığı seçimin hikâyesini belgelemeye başlaması sanatçının kendisini görüntülenenin yerine koyması ile sorgulayıcı ruhuna uygun bir kapanış yapılıyor. Bir zamanlar hayatında sadece huzur ve sakinlik isteyen bir adamın eline aldığı kamera ile hayatta kendisi için daha değerli şeylerin olduğunu düşünmeye başlaması özel hayatını sıkıntıya sokarken bir sanatçı olarak eylemlerinin sonuçları ile de yüzleşmesi gerekiyor. Kieslowski’nin bir anlamda kendisini de anlattığı filmde sevdiği ve takdir ettiği sinemacıları (Károly Makk, Ken Loach, Zanussi) görüntüye getirmesi de destekliyor bu durumu. Sinema tutkusunun tüm yaşattığı sorunlara rağmen, filmin bu sanata duyulan bir sevginin de sonucu olduğunu belirtmekte yarar var. Özetle, Kieslowski’nin popüler yapıtlarının genellikle gölgesinde kalan bu film onun sorgulayan ve sorgulatan çalışmalarından biri ve görülmesi gerekli önemli bir sinema eseri.

(“Camera Buff” – “Amatör”)