Christine – John Carpenter (1983)

“Bunun gibi arabası olan birini tanıyordum; kendini arabasının içinde öldürmüştü”

Arkadaşları tarafından ezilen ve özgüveni olmayan genç bir adamın ilk görüşte tutulduğu ve kötü bir ruhu olan araba ile birlikte değişen hayatının hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan bu ABD yapımı filmin senaryosunu Bill Phillips yazarken yönetmenliğini John Carpenter üstlenmiş. King’in eserlerinin hayli popüler olduğu bir döneme ait olan filmin çekimleri romanın ilk kez yayımlanmasından da önce başlamış. Arabanın kötücül ve saplantılı ruhunun kaynağı gibi temel bir konuda romandan farklılaşan film korku ve gerilim türlerinden hoşlananların zevk alacağı; hikâyenin ana kötü karakterinin bir araba olmasından çok, diğer karakterlerin resmedilme şeklinden kaynaklanan bir gerçekçilik problemi olan ve bu nedenle zaman zaman saçma da görünen ama eğlendirmeyi de kesinlikle başaran bir çalışma.

Film 1957 yılında bir otomotiv fabrikasının üretim hattından görüntülerle başlıyor. Hattaki diğer tüm arabaların aynı olan renginden farklı bir renk taşıyan kırmızı arabayı ilk kez orada görüyoruz. Araba ilk cinayet teşebbüsünü gerçekleştiriyor ve ilk cinayetini de bu açılış sahnesinde işliyor. Romanda arabanın kötü ruhunu şeytan ruhlu bir sahibinden aldığını söylenirken, film bu konuda ayrışıyor romandan ve arabanın kötü ruhu ile birlikte doğduğunu öne sürüyor. Bu değişiklik açıkçası pek de doğru olmamış gibi görünüyor ve romandaki “mantıklı” açıklama burada yerini gerçekçilik sıkıntısı olan bir izaha bırakıyor. ABD’de 1982 ile 1986 arasında yayımlanan “Knight Rider” (bizde gösterildiği adıyla “Kara Şimşek”) dizisindeki araç, sürücüsünün (ve sahibinin) dostu olurken; burada Christine adındaki araba, sürücüsünün aşığı, hem de epey tutkulu ve sahiplenici bir aşığı oluyor. Çift taraflı bu aşk genç adama özgüven kazandırırken, onu bir yandan da kibirli ve öfkeli birisine dönüştürüyor. Bu hikâye elbette gerçekçilik açısından bir iddia taşımıyor ama sonuç bu alandaki asgarî beklentiyi de karşılayamıyor.

1978’de geçen hikâyede, aracın sahibi olan Arnie (Keith Gordon) ile en yakın arkadaşı ve onu geçmişte hep korumuş olan Dennis (John Stockwell) arasındaki ilişkinin, araç ilkinin hayatına girdikten sonra anlamını ve gerekçesini ytirmesine ve bu ilişkiyi besleyecek hiçbir kaynak kalmamasına rağmen sürmesini anlamak pek mümkün değil açıkçası. Arnie’nin -izah edilemez bir şekilde birdenbire hayatına giren- kız arkadaşı Leigh (Alexandra Paul) ile olan ilişkisi de benzer şekilde pek inandırıcı değil. Hikâye boyunca bu karakterlerin gerek kendisi gerekse davranış ve düşünce biçimleri açıklama gerektirecek tutarsızlıkta. Senaryodan kaynaklanan tüm bu problemler, “kötü ruhlu araba” gibi cüretkâr bir tercihi olan hikâyede bu tercihin dengelenmesi gerekirken, tam aksi yönde ilerlenmesinin sonucu ve filme önemli ölçüde zarar veriyor.

Stephen King’in romanı Amerikan toplumundaki mülkiyetçi yaklaşımı ve genel olarak da tüketim toplumunu eleştiren bir eser. Arabanın kutsal bir değere sahip olduğu bu toplumun bireylerinin eleştirisi olan romanda arabanın bir kadın adı taşıması da, reklâm sektörünün satış ve pazarlamada cinselliğe sık sık başvurmasının (ürüne sahip olmak ile kadına sahip olmayı özdeşleştirmesinin örneğin) ve erkeklere arabaları pazarlarken kadın cinselliğini kullanmasının (otomotiv fuarlarında araçların üzerinde şuh bir şekilde poz veren kadın mankenleri düşünün) bir sembolü oarak değerlendirilebilir. Filmde Arnie’nin düşmanlarının ona güç ve özgüven kaynağı olan arabaya saldırmalarını da bu kapsamda bir tecavüz sahnesi olarak görmek mümkün; adamların aldıkları zevki yüzlerinde rahatça görebileceğimiz bu sahne nerede ise bir karı-koca ilişkisinin taraflarından birine (otomobile, ailenin taraflarından biri olan kadına, bir başka ifade ile söylersek) saldırı olarak yerleştirilmiş hikâyeye.

Öldürülemeyen, yok edilemeyen bir araba ve ona sahip olarak kibirli bir güce ulaşan bir karakter var karşımızda. Film, yukarıda belirtilen önemli problemlere sahip olsa da bu iki karakterin yaşadıklarını ve yaşattıklarını eğlenceli bir biçimde anlatmayı başarıyor. Bu eğlence zaman zaman istemeden bir komik havaya da bürünüyor olsa da, kendisini seyrettirmeyi başarıyor film. Elbette Steven Spielberg’in 1971 tarihlli TV filmi “Duel”deki kamyon kadar sağlam bir karakter değil Christine ve Carpenter’ın buradaki yönetmenliği Spielberg’in ustalığının epey gerisinde. Yine de ilginç hikâyesi, Christine’in kendi kendini onarması ve adeta yeniden yaratması başta olmak üzere etkileyici ve başarılı sahneleri, heyecan ve gerilimini tamamen efektlere dayandırmayan doğallığı, “1957 doğumlu” Christine’in favorisi rock’n roll şarkıları ve belki de en önemli unsur olarak hikâyenin satın aldığımız/tükettiğimiz metaların tutsağı olduğumuzu hatırlatması ile ilgiyi hak ediyor bu film.

(“Katil Otomobil”)

(Visited 131 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir