Beyoğlu’nun Arka Yakası – Şerif Gören (1986)

“Beyoğlu’nu övmek zor. İyi röportajcı Beyoğlu’na söver. Ben acemi röportajcıyım, Beyoğlu’nu öveceğim. Kötü sokaklarını, kötü insanlarını, sarhoşunu, meyhanesini; her şeyini, her şeyini öveceğim”

Eşiyle sert bir tartışmadan sonra kendisini Beyoğlu’nun arka sokaklarında bulan aile babası bir memurun orada geçirdiği bir gecenin hikâyesi.

Eyüp Halit Türkyazıcı ve Hüzeyin Kuzu’nun yazdığı senaryodan Şerif Gören’in çektiği bir film. 1992’de Orhan Oğuz’un (“Dönersen Islık Çal”), 1993’te ise Atıf Yılmaz’ın (“Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”) çok daha sert bir portresini çizeceği Beyoğlu’nun arka sokaklarının hikâyesinin “sıradan” bir gecesini anlatıyor film. Oğuz ve Yılmaz’ın aksine Gören’in filmi “marjinal” karakterleri değil, kendisini bu karakterlerin yaşam alanı olan arka sokaklarda bulan bir memuru odağına alan bir hikâye anlatıyor. Bu roldeki Tarık Akan’ın ve Erdal Özyağcılar’ın güçlü performanslar sundukları film hikâyesini aynı gece içinde Beyoğlu’nda çekmi süren bir belgeselin hikâyesi ile eş zamanlı olarak anlatarak, bir “eski” ve “yeni” Beyoğlu karşılaştırmasına da imkân tanıyor. Sıradışı bir anlatımı benimsemekten çekinmemesi, Beyoğlu’nun bu sokaklarının iyi bir gözlemine dayanan içeriği ve zengin karakterleri ile dikkat çeken filmin bazı oyunculuk ve devamlılık sorunlarının yanısıra, iki ayrı hikâyeyi yeterince güçlü ve organik bir biçimde buluşturamaması gibi hayli önemli bir problemi de var.

İyi düşünülmüş bir jenerikle başlıyor film ve yazılar pavyonların renkli neon ışıklarından esinlenen renkler ve karakterlerle akıyor görüntüde. Açılış sahnesinde bir karı kocanın -iki çocuklarının kulak misafiri olduğu- sert tartışmalarına tanık oluyoruz; kadın ilgisizlikten ve eve tıkılıp kalmış olmaktan şikâyet ediyor, erkek sinirleniyor ve kendini sokağa atıyor. Önce Haliç kıyısında dolaşan adam, sonunda kendini Beyoğlu’nda buluyor ve bir gece sürecek olan hikâye başlıyor böylece. Tartışma sırasında televizyon ekranında -herhalde videodan- gösterilen Oliver Stone filminin (1986 yapımı “Salvador”) hikâye ile herhangi bir ilgisi yok ama nedense tartışmanın sonunda kamera televizyon ekranına odaklanıyor kısa bir süre de olsa. Bunu ilgili filmin politik içeriği, 1986’nın 12 Eylül’ün güçlü etkilerinin henüz silinmediği bir yıl olması ve görüntülerin (halka sert bir müdahalede bulunarak yere yatıran polisleri de görüyoruz bu görüntülerde) sansürü atlatan bir “politik mesaj”a aracılık etmesi ile yorumlayabiliriz belki de ama yine de tuhaf bir seçim olduğu açık gördüklerimizin.

Film bir yandan kendini sokağa atan memur Haydar Rıza’nın Beyoğlu’nun arka sokaklarında başına gelenleri anlatırken, diğer yandan da Beyoğlu’nun daha muteber noktalarında semtin eski günlerini anlatan bir belgeselin (senaryonun anlamsız bir klişe ile “entelektüel” görünümlü olarak çizdiği film ekibi çekiyor bu belgeseli) çekimlerini getiriyor karşımıza. Filmin ilk problemleri de daha başlarda, bu belgeselin ilk çekim sahnesi ile başlıyor; Haydar Rıza’nın, bu yarı-belgeselde bir kızı canlandıran ve asıl görevi belgeselin sunucusuna konuşmalarını okumak olan kıza görür görmez hayran kalması hiç gerçekçi değil. Çekimleri seyreden sıradan halka göre çok daha fazla etkileniyor memur bu sahnenin havasından ama kendisi okumuş etmiş bir adam hikâyenin devam eden bölümlerinde anlayacağımız üzere. Oysa bunun yerine hikâyenin gelişmesi ile birlikte ilerlese bu hayranlık, çok daha anlamlı ve inandırıcı olabilirmiş tanıklık ettiklerimiz; çünkü hikâye ilerledikçe bir yandan kahramanımız içinde bastırdıklarını dışarı çıkarırken diğer yandan da dengesini yitiriyor ve gittikçe güçsüzleşiyor ve bu tür bir hayranlığa daha açık bir ruh haline bürünüyor.

Tüm hikâye bir gece boyunca sürüyor ve filmde iç mekan çekimlerin yanında hayli fazla sayıda da dış çekim var. Açıkçası zaman zaman kameraya ve Tarık Akan’a bakanlar olsa da -ve çekimlerin gece gerçekleştirilmiş olmasının da katkısı ile- çok az aksıyor film bu açıdan ve takdiri hak ediyor. Filmin bir diğer başarılı ama aynı zamanda da bazen sorun yaratan yanı ise karakter ve olay zenginliği. Arka sokakların tehlikelerinin, yozlaşmışlıklarının, suçlarının ve zenginliklerinin tümünü birden göstermeye soyunması filmin, hem hikâyeye bir dinamizm ve çeşitlilik katıyor hem de fazla yoğun bir içerikle karşı karşıya bırakarak seyirciyi bir yüzeysellik hissine de yol açıyor. Dönemin “Seni Sevmeyen Ölsün” ve “I Love You (I Love You, Do You Love Me, Yes I Do”) gibi popüler şarkılarının eşlik ettiği hikâye boyunca çocuk yaştaki dansözlerden bu sokakların sıradan bir gerçeği olan cinayet ve fuhuşa, pavyonlardan travestilere, kadın pazarlayanlardan pavyonlardaki yüksek hesap vurgunlarına, polis baskınlarından uyuşturucu bağımlılarına, şarapçılardan sokak çocuklarına, evsizlerden taklit ürün satıcılarına aklınıza gelebilecek bu semtin tüm gerçekleri birer birer ve bazıları birden fazla kez karşımıza çıkıp duruyorlar. Bu olguların -neyse ki!- gerçekçi, etkileyici ve hatta eğlenceli bir biçimde sergilenmesi filmi ilginç kılan en önemli yanlarından biri. Filmimiz bu arka sokak gerçeklerinin (“Dikkatli ol; binbir suratı vardır buraların”) peşindeyken, belgeseli çekenler bir nostaljinin peşinde daha nezih mekanları takip ediyorlar ve filmdeki arabasek şarkıların karşısında daha entelektüel eserleri (örneğin Türkân İldeniz’in “Kaçak” adlı şiirinden satırları veya eski dans havalarını) tercih ediyorlar. Bu iki farklı dünyayı karakterimizin ikisine de girip çıkması ile bir araya getirmeye çalışıyor film ama senaryo bunu yeterince güçlü işleyemiyor ve önemli bir fırsatı kaçırıyor. Oysa Tarık Akan’ın artık iyice çöktüğü bir sahnede, İstiklâl Caddesi’nin zenginlerin uğrak yeri Vakko’nun (Beyoğlu’nun dönüşerek geldiği noktaya uyumsuzluğu nedeni ile 2006’da kapanmıştı bu mağaza) önünde durup bir soluk aldığı an bu iki farklı dünyanın karşılaştırması için iyi bir araç olabilirmiş ama sanki oyuncunun durduğu yer bir tesadüfmüş gibi geçip gidiyor bu sahne.

Seslendirmesini kendisinin yaptığı filmde Tarık Akan karakterinin tüm dönüşümünü ve başladığı hayata geri dönüşünü ustalıkla canlandırıyor, bunu yaparken de senaryodan kaynaklanan gerçekçilik problemlerini ve bunların içinde en önemlileri olan film çekimindeki kıza duyulan hayranlığını ve mazbut görünümlü bir adamın içine girmeyeceği manzaraların parçası olmasını bir ölçüde unutturmayı başarıyor. Örneğin “Bu rolü oynama, sana yakışmamış” sahnesinde memur Haydar Rıza’nın düştüğü zavallı halini elle tutulacak kadar somutlaştırıyor oyuncu. Arka sokakların adamı rolündeki Erdal Özyağcılar ise kolaylıkla karikatüre dönüşebilecek bir karakteri eğlendiriciliğini yitirmeden gerçekçi kılmayı başarıyor. Pavyonların kadını rolündeki Oya Aydoğan ise karakterinin sahteliğinin öne çıktığı sahnelerde bir parça yapay olan oyunu ile iyi görünüyor ama diğer sahnelerde rolünü yeterince gerçekçi ve güçlü canlandıramıyor.

Özetle, ilginç ve cesur olarak niteleyebileceğimiz bu film her zaman “gittikçe bozulduğu” söylenen Beyoğlu’nu hikâyesinin ana unsurlarından biri yaparak ilgiyi hak eden bir çalışma. Üzerinden geçen otuz üç yıldan sonra bugün aldığı hali düşünürsek, gerçekten de sürekli bozulan ve ülkenin her türlü yozlaşmasının ve kalitesizleşmesinin sembolü olduğu açık olan ama yine de bir şekilde hâlâ ayakta kalabilen bu semti anmak için görülmesinde de yarar var bu filmin.

(Visited 319 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir