L’enfant d’en Haut – Ursula Meier (2012)

“Niçin yaptın bunu? Niçin yaptın? Bunu şimdi söylemek zorunda mıydın? Tam bir prangasın sen. 12 yıldır benim prangam oldun. Dediğimi duyuyor musun? Seninle hiçbir şey yapmam mümkün değil, hiçbir şey. Bir köpek gibi takip edip durma beni. Yeter!”

Bir kayak merkezine gelen ziyaretçilerin kıyafet ve kayak aksesurlarını çalarak satan küçük bir çocuk ve birlikte yaşadığı başıboş ablasının hikâyesi.

2013’te İsviçre’nin yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterdiği filmin senaryosunu Ursula Meier, Antoine Jaccoud ve Gilles Taurand yazarken, yönetmenliğini Meier yapmış. Fransız sinemasının yıldızlarından Léa Seydoux’nun ablayı, İsviçreli genç oyuncu Kacey Mottet Klein’ın küçük çocuğu canlandırdığı film sürprizi ile seyirciyi şaşırtan ve etkileyen; bu sürprizin öncesinde, uyandırdğı sorular ile, sonrasında ise artan kırılganlığın da eklendiği merak duygusu ile ilgi toplayan önemli bir çalışma. Sürekli olarak kayak merkezinde yeni hırsızlıkların peşinde koşan çocuğun filmin orijinal adının da vurguladığı gibi “yukarıdaki” yerdeki hayatına tanık oluyoruz ve “aşağıda” yaşanamayanların yerine geçtiğine tanık oluyoruz bu hayatın. Bağırmayan, gerçekçi ve zarif bir anlatımı var Meier’in ve her biri sahici ve doğal olan karakterlerinin hikâyesine bizi ortak etmeyi başarıyor ve “aile” kurumu ve kavramı üzerine düşünmeye de çağırıyor bizi.

Kayak merkezini kelimenin tam anlamı ile talan eden bir küçük hırsız Simon ve insanların “çalınmasını çok da umursamadığı ve yenilerini alacağı” eşyalarını çalıp, düşük fiyatlarla özellikle de küçük çocuklara satıyor. Küçüklüğünün ve masum görünüşünün de katkısı ile işinde tam bir uzman hırsızımız: Herkese istediği marka kızak çalmaktan satarken dikkat çekmemesi için yeni kızakların nasıl eskimiş gösterileceğine veya tam tersine yeni bir görünüme nasıl kavuşturulacağına her konuda işini çok iyi yapıyor. Birlikte yaşadığı ablası ise çocuğun tam aksine, hiçbir işte barınamayan, erkek arkadaşları ile sorunlu ilişkileri olan tam bir kayıp kadın. Abla kardeşinin eve nasıl para getirdiğinin farkındadır ve aralarındaki ilişki de iyi görünmektedir. Film asıl olarak çocuğu merkezine alıyor ve onun ablası, müşterileri ve kayak merkezindeki müşteri ve çalışanlar ile ilişkileri üzerinden -olmayan- bir ailenin hikâyesini anlatıyor bize. Çocuğun tecrübeli oyuncu Gillian Anderson’un canlandırdığı turist kadına yaklaşımı bir aile özleminin en somut örneklerinden biri olurken, süprizden sonraki sahnelerde bu özlem çok daha somut bir hal alıyor ve gerçekten yürek titreten anlar (“Bana biraz sarılabilir misin? Başımı oraya koyabilir miyim?”) yaşamasına neden oluyor onun. Özellikle mutlu ya da mutsuz bir son yaratmanın peşine düşmeyen final içerdiği umut duygusu ile çocuğa belirsiz de olsa bir gelecek çiziyor gibi.

Çocuğun genç kadından daha güçlü, daha aklı başında ve iradeli olarak çizildiği bir hikâye seyrediyoruz. Sadece tek bir sahnede çocuğun yaşının kaldırabileceğinden çok daha fazlasını yaşadığını, yorulduğunu ve hep sığınacak bir ailenin özlemi içinde tükendiğini gösteriyor bize Meier ve bunu yaparken de filmin genel havasına uygun olarak seyircinin duygularını kışkırtmaktan özellikle kaçınıyor ve diğer tüm bölümler gibi burada da sadeliği ve doğallığı koruyor yönetmen. Oğlanın genç kadına erkek arkadaşını kastederek ona kendisi hakkında ne anlattığını sorması ve “hiçbir şey” cevabını aldığında yaşadığı hayal kırıklığının nedeninin sürprizden önce ve sonra farklı okumalara açık olmasının gösterdiği gibi sadeliğin içinde zarif bir zenginlik yaratmayı da başarıyor Meier. Bunun yanında hikâyede problem yaratan bir gerçekçilik problemi de var: Oğlanın anlaşılan uzun bir zamandır sürdürdüğü hırsızlığında hiç yakalanmaması, misafirlerinin eşyaları sürekli olarak çalınan kayak merkezinin bu işin peşine düşmemesi ve insanların hırsızlığı pek de umursamaması iddiası ile eşyası çalınan bir turistin verdiği sert tepkinin çelişmesi bu problemlerin örnekleri arasında gösterilebilir.

Her ikisi de yaralı karakterler karşımızdaki ve ilişkilerindeki sırrı öğrendiğimizde hem bu yarayı daha derinden hissediyoruz hem de daha da anlamlandırıyoruz olan biteni. Biri hayatında aldığı erken bir darbenin travmasını üzerinden atamamış, diğeri yanındaki yaralı ve dağılmış karakterle bir arada yaşamanın travmasına karşı kendi ayakta kalma yolunu seçmiş iki karakter onlar ve Léa Seydoux ile Kacey Mottet Klein tarafından da çarpıcı bir sadelik ve gerçekçilikle canlandırılıyorlar. Özellikle Klein’ın performansı dört dörtlük gerçekten ve karakterinin tüm sertliğini ve aslında bir çocuk olduğu gerçeğini eşit başarılarla getiriyor karşımıza. Yavaş yavaş ilerleyen ve tüm o sade ve “sıradan” görünümüne rağmen sizi içine almayı başaran filmlerden biri bu ve sona erdiğinde bir şekilde ve hiç farkettirmeden sizi de yaraladığını fark ediyorsunuz. Agnès Godard’ın kırılgan bir güzellikle görüntülediği film hikâyenin önemli bir kısmının geçtiği dağların büyüklüğü ile çocuğun -tüm aksi yöndeki görünüme karşın- küçüklüğünü karşı karşıya getiriyor. Buna dağlardaki zenginlerin mutluluğu ile dağın eteklerindeki yoksulların acılarının hem bu kadar yan yana hem bu kadar birbirinden uzak olabilmelerinin de hikâyenin önemli bir unsuru olmasını eklemek de mümkün aslında ama film bu tür “maddî” eşitsizliklerden çok, “manevî” eşitsizliklerin peşinde asıl olarak.

(“Sister” – “Yukarıdaki Çocuk”)

(Visited 175 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir