“İki kez ölümün eşiğinden hayata döndürüldüm. Bir uçak kazasından sağ kurtuldum. Savaşta hayatta kaldım. Sevdiklerim öldüler ve benden kesinlikle daha iyi insanlardı onlar. Daha iyiydiler ama yaşamaya devam eden ben oldum. Neden? Bunun cevabını asla öğrenemeyeceğiz”
Kış vakti bir dağ oteline gelen ve oradaki herkese kaba davranan bir adamın ortadan kayboluşundaki gizemin hikâyesi.
Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya yapımı. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve Ekümenik Jüri’nin ödülünü kazanan film Jan Nowicki’nin karakterini fiziksel ve ruhsal olarak içine sindirmiş göründüğü çarpıcı performansı ile de değerlenen, Zanussi’nin baş karakteri üzerinden ölüm ve onunla yüzleş(eme)me temasını ele alan ilginç bir çalışma. Baş karakterinin öfke ve korku sarmalında takılıp kalan ruh halini ve bunun neden olduğu sertliğini etkileyici bir biçimde ele alan film temasını çok iyi işleyen, bu temanın karşısında tarafsız bir dil tutmayı başaran ve çarpıcı finali ile görülmeyi hak eden bir sinema eseri.
Amerikalı entelektüel Susan Sontag’ın 1989 yılında yazdığı “AIDS ve Mecazları” makalesinde bu film için kullandığı ifade (“Ölümle yüzleşme isteksizliğinin neden olduğu öfkenin bildiğim en iyi anlatımı”) filmin ele aldığı meseleyi çok iyi özetliyor kesinlikle. Hikâyesinin tümüne korku ve öfkenin egemen olduğu bu film bunun doğal uzantısı olarak hayatın (ve ölümün) anlamı üzerine de düşündürüyor seyirciyi ve bunu yaparken Jan Nowicki’nin çarpıcı performansının da katkısı ile bizi de ortak ediyor yolculuğuna. Kar tatili için gidilen bir dağ oteline tek başına gelen bir adamın görüntüsü ile açılıyor film; adam arabasını kilitliyor, kapının kilitli olduğunu kontrol ediyor ve sonra da arabasının anahtarını nehire fırlatıyor. Wojciech Kilar’ın gizemli ve hüzünlü bir atmosferi olan ve hikâye boyunca pek öne geçirilmeyen müziğinin eşlik ettiği bu ilk sahne kahramanımızın bir sıkıntısı olduğunu çok açık bir şekilde söylüyor bize. Adamın ertesi gün kaybolana kadar oteldeki hemen tüm karakterlere bir şekilde sataştığına, onlarla tartıştığına ve hatta hakaret ettiğine tanık oluyoruz daha sonra. Tüm bu bölümlerde ancak çok büyük bir acısı olan bir insanın gidebileceği uçlara kadar katılaşmış bir insanın tavırlarına tanık oluyoruz: Herkese düşüncelerinin ve hayallerinin anlamsızlığını söyleyip duruyor, politik doğrucu olmayı hiç umursamıyor ve adeta inançları sarsma misyonunu edinmiş görünüyor kendisine. Ertesi gün kötü hava koşullarına rağmen karla kaplı dağa giden ve kaybolan adamın bu öfkesinin nedeni umutsuzluğun ve korkunun beslediği öfkedir.
Herkesi kızdıran, alay eden ve onlara umursamazlıkla yaklaşan adamın bu tavırlarına tek bir sahne dışında genellikle hoşgörü ile yaklaşılması bir gerçekçilik sorunu gibi görünse de bu durum onun davranışlarını daha da ayrıksı kılması nedeni ile tercih edilmiş olsa gerek Zanussi tarafından. Kendi sorgulamasının ve sorguladıkça daha da artan çıkışsızlığının intikamını sanki diğerlerinden çıkarmak istiyor gibi kahramanımız ve Zanussi onu ille de “iyi” bir karakter olarak çizmeyerek, adamla özdeşleşmemizi engeliyor ve ona belli bir mesafeden ve tarafsız bakmamızı sağlıyor. Sık sık yakın planlarla yüzü görüntüye gelen ve her göründüğü anda duygu yüklü bir yüz ifadesine sahip bir karakteri canlandıran Jan Nowicki’nin başarılı oyunculuğunun elle tutulur hale getirdiği duygularını çok iyi anlamamızı ve hatta ürkmemizi sağlıyor film ve bu adamın hikâyedeki diğer karakterlere yaptığı gibi bizim de kabullendiğimiz gerçekleri ya da hayal ettiklerimizi sorgulamamızı sağlıyor.
Ölümün somut halini birkaç sahnede hem kahramanına hem bize gösteren film, iki doktorun bir cesetten çıkarılmış karaciğeri ellerinde tutmaları sahnesinde olduğu gibi “inasanın güzelliği” ile “ölümün çirkinliği”ni yan yana getiriyor. Zanussi el kamerası kullanarak hikâyesine bir dinamiz de katıyor ama asıl olarak kendisini öfkesinin ve korkusunun kontrolüne bırakmış olan baş karakterinin hareketli ruh halinin iyi bir sembolünü yaratıyor böylece. Onun aralıksız düşünen, tepki gösteren ve sorgulayan/sorgulatan beyni ve bedeninin görsel karşılığını üretmeyi başarıyor Zanussi bu tercihi ile. Yönetmenin mekanları da başarılı bir şekilde kullandığını görüyoruz hikâye boyunca. Temel olarak üç farklı mekanda geçiyor film: Dağ oteli, dağ ve hastane. Görüntü yönetmeni Edward Klosinski’nin özellikle dağ bölümünde yakaladığı “soğuk güzellikler”le kendisini gösteren görüntü çalışmasını “derin bir sessizlik”le destekliyor Kieslowski ve tüm filme egemen olan hüzün ve gerilimi hep canlı kılıyor. Ölüm gerçeği ile yüzleşebilmenin aracı olarak “kaderini kendin belirle”yolunu seçenin bir adamın bu hikâyesi görülmeyi hak eden, bir meselesi olan ve seyircisini de bu meselesine ortak eden ilginç bir film.
(“The Spiral”)