Dönemeçte – Tarık Buğra

Türk edebiyatının muhafazakâr aydınlarından Tarık Buğra’nın 1980 tarihli romanı. Eserlerinde Anadolu, Anadolu halkı ile aydınların ilişkisi, cumhuriyetin kuruluşu, gelenekler ile Batıcı yaklaşımın çatışması gibi konuları sıklıkla işleyen yazarın bu kitabı 1940’lı yılların ikinci yarısında (1946 ile 48 arasında) bir Anadolu kasabasında geçiyor ve yeni kurulan Demokrat Parti ile hareketlenen siyasî atmosferle birlikte doktor Şerif adındaki baş karakteri üzerinden meselesi olan ve içinde bulunduğu ortamın umursamazlığının bir parçası olan bir aydını anlatıyor. “Küçük Ağa” ve “Küçük Ağa Ankara’da” adlı romanları ile Kuvâ-yi Milliye ruhunu ve bu ruhun Ankara’da yaşadıklarını anlatan yazar, “Firavun İmanı” adlı kitabında ise Sakarya Savaşı’nın öncesi ve sonrasında Cumhuriyet’in kuruluşunu ve ona karşı oluşmaya başlayan muhafazakâr tepkiyi ele almıştı. Buğra’nın “Yağmuru Beklerken” adlı romanı Türkiye’nin Serbest Fırka ile çok partili hayata ilk geçiş denemesini konu edinirken, “Dönemeçte” aynı denemeyi Demokrat Parti üzerinden anlatıyor. Buğra sağ kesimden bir aydın olarak; Cumhuriyet, onun kurucuları ve Batılılaşma ile ilgili meseleleri olan ve bu meseleleri anlatırken de temel olarak aydınların ve Anadolu halkının birbirlerinden kopması, cumhuriyetin vaat ettiğini gerçekleştirememesi ve aydınların hayal edilen ideal konumlarından çok farklı bir noktaya giderek süratle yozlaşan yeni rejimin parçası olmaları tezini destekleyen içeriklerle oluşturmuş bu adı geçen romanları. Bunu yaparken de, Dönemeç’te olduğu gibi, muhafazakâr ve dinî referanslara sıklıkla başvurmuş Buğra ve net bir cumhuriyet eleştirisi yapmış.

Her ikisinin de ana karakteri Şerif olsa da, birbirleri ile tam anlamı ile kaynaşmayan iki farklı hikâye anlatıyor bize Buğra. Bunların ilki Şerif’i de içine alan bir aşk hikâyesi, diğeri ise kuruluşundan itibaren faaliyetlerini artan bir hızla sürdüren Demokrat Parti’nin yarattığı siyasî atmosfer ve politikadan hep uzak duran Şerif’in -sorgulasa da- parçası olmaktan başka bir yol aramadığı umursamazlığının bu hareketlenen atmosfer karşısındaki tutumu. Romandaki hemen tüm karakterleri kendi mesajlarının bir aracı olacak şekilde inşa eden Buğra, Şerif’in tutumları üzerinden, paralel yürüyen iki hikâyeyi bir arada tutmaya çalışmış ama tam bir başarı olduğunu söylemek zor sonucun.

Anadolu halkının doğru bir temsilcisi olarak oluşturulan Fakir Halid karakteri Buğra’nın da içinde bulunduğu sağ kesimin idealize ettiği bir tipleme. Dindar, tüm zenginliğine rağmen dünya hırslarından sıyrılmış (ideal bir düzende neden zenginlik diye bir kavram olması gerektiğini sorgulamamızı beklemiyor yazar), Mesnevî okuyan ve Demokrat Parti hareketinin parçası olmak gerektiğine inanan bir ticaret adamı Halid. Başta bu karakter üzerinden oluşturdukları olmak üzere Buğra inançla ilgili referanslara sıkça başvuruyor ve hep olumlu bir içerikle yapıyor bunu. Daha romanın ilk sayfasında, sabah ezanını okuyan müezzinin sesini “Bu seste insanı küçük hesaplardan, hırslardan… ve dertlerden utandıran bir şeyler vardı” ifadesi ile tanımlayan yazar, caminin romandaki tüm olumsuz aydın tiplemelerinin müdavimi olduğu Şehir Kulübü’nün az ötesinde olduğunu vurgulayarak kendince iyi olan ile kötüyü bir parça kaba bir sembolizmle yan yana getiriyor: İnançlı halk ile tüm boş vakitleri bu kulüpte içki, kumar ve boş dedikodular ile geçenleri birlikte getiriyor okuyucunun karşısına ve kendince doğru olanı işaret ediyor roman boyunca yaptığı gibi. Romanı zaman zaman edebî bir metinden Buğra’nın politik manifestosuna dönüştüren de yazarın bu tür tercihleri oluyor. Hikâyenin akışı içinde Şerif’in sorgulamalarının, düşüncelerinin zaman zaman edebî bir dilden çok, bir inceleme yazısına dönüşmesi de bunun bir sonucu. Örneğin Şehir Kulübü’ne gelen aydınlar için yazılan “Gerçekten de, anında cezalandırmadığı veya cezanın ne olduğunu bilmedikleri için Tanrı’ya karşı kabalaşan bu insanlar…” cümlesinin Şerif’in değil de, Buğra’nın düşünceleri olduğu açık; hem kullanılan dil gösteriyor bunu hem de bir karşı düşünceye yer vermiyor yazar. Özetle, Buğra “Cumhuriyet’ten bir süre sonra başlayan büyük değişmelerin okuyup yazanların köklerini bıçakla kestiğini, onları halktan, yâni geldikleri, beslendikleri ve beslenmek zorunda bulundukları yerden kopardığını…” yazarken kendi düşüncelerini iletiyor bir sağ aydın olarak.

Buğra eleştirisini aydınlarla ve “Halkçı”lar (CHP ve Millî Şef İnönü taraftarları) ile kısıtlı tutmuyor ama; mevcut yönetimin yozlaşmasına işaret ettiği gibi, Demokrat Parti ile birlikte geleceğine inandıkları yeni hayatta iktidarın, dolayısı ile çıkarların parçası olmak için hırsla hareket edenlerden ve cahilliğin egemen olmaya başlamasından da şikâyetçi oluyor. Hatta çok daha ileri giderek, ilçeye bir miting için gelen Bayar ve Menderes’in adını vererek yeni politikacıların ikiyüzlülüğünü de (halka yaptıkları provokatif konuşmaların gazetelere sansürlü bir şekilde geçmesini sağlıyorlar) açıkça belirtmekten geri kalmıyor. Özetle söylemek gerekirse, Buğra Anadolu’nun saf halkı ile aydınların ülkenin İslâmi – muhafazakâr referansları ile örülü bir dünyada buluşmaları gerektiğine inanıyor ve romandaki tüm karakterleri de bunun üzerine kuruyor. Benzer dönemin edebiyatçıları olan Kemal Tahir ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yaklaşımının tam tersi bir yerde duran bir anlayışın ürünü bu eser. Aydınlanmacı bir yaklaşımı hemen tamamen ret eden ve siyasî olarak nitelendirebileceğimiz roman Buğra ve benzer düşüncede olanların bir bildirisi sınıfına sokulabilir rahatlıkla bu nedenle.

Adının da vurguladığı gibi Türkiye tarihindeki bir dönemeci ele alıyor roman ve bu dönemeçte de yanlış seçim yapıldığını (yeni yolun sahiplerinin de yozlaştığını ve hayal kırıklığı yarattığını) söylüyor. Savaştan yenik çıkan Almanya yeniden doğarken, savaşa hiç girmeyen Türkiye’nin savaşa girmediği halde yoksul bir durumda olmasını eleştiren yazar burada Krupp firması örneğini veriyor bir karakterin ağzından ama bu firmanın Nazi rejimini desteklediğini, İkinci Dünya Savaşı boyunca Hitler’in ordusu için çalıştığını ve hatta bu dönemde “köle” işçi çalıştırdığından hiç söz etmiyor. Aynı bağlamda Almanlar’ın tarihlerinde 3 kez yeniden doğduğunu ve bu doğuşun farklı rejimlerle (feodalizm / imparatorluk, faşizm ve kapitalizm) gerçekleştiğini söyleyerek önemli olanın düzen olmadığını iddia ediyor. İnsan malzemesinin, değerlerinin önemli olduğu kuşkusuz ret edilemez ama örneğin bir faşizm ve kapitalizm ilişkisini görmezden gelen ve faşizm gibi bir kötülük rejimini bile doğrulamaya açık bu yaklaşım kabul edilebilir değil.

Atatürk’ün “Türk, Öğün, Çalış Güven” sözüne açık bir göndermenin mevcut rejimin eleştirisi olan bir konuşmanın parçası yapıldığı romanın -tezlere katılıp katılmamanız bir yana- bir meselesi olması ve buna dürüstlükle yaklaşması en önemli yanlarından biri. Şerif karakterinin güçlü bir biçimde çizilmesi, dört farklı karakteri ilgilendiren bir aşkın trajikliğinin gerilimi ile birlikte yine güçlü bir şekilde yaratılması ve anlatılan ilçe hayatının Buğra’nın sağlam gözlemlerinin izlerini taşıması gibi önemli çekicilikleri de var kitabın. Halkın cahilliği ve aydınların umursamazlığı, buna karşılık Demokrat Parti ile birlikte siyasete girenlerin tehlikeli ataklığının ülkeyi karşı karşıya bulunduğu dönemeçte yanlış bir yola saptıracağından endişe duyan (ve saptırdığını tespit eden) Tarık Buğra’nın, Fakir Halid ile Doktor Şerif arasındaki ilişki üzerinden resmini çizdiği aydın ve halk birlikteliği bizde belki de Tanzimat’tan beri tartışılan ve her zaman sıcak kalacak bir tartışma konusu. Tezlerine karşı çıkılabilir ama yazarın bu arayışa katkı sağladığı romanı özellikle politik arka planı olan hikâyelerden hoşlananlar için çekici özelliklere sahip ve üstelik bir aşkın gerilimi ile de zenginleşmiş.

(Visited 269 times, 8 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir