Amerikalı yazar Patricia Highsmith’in 1954 tarihli romanı. Bugün en çok unutulmaz Ripley karakterinin baş kahramanı olduğu beş Ripley romanı ile tanınsa da toplam 22 romanı, çok sayıda öyküsü ve farklı türde eserleri olan bu başarılı yazarın ilginç polisiyelerinden biri bu. Psikolojik gerilim türündeki eser, Highsmith’in hayranlarından olan Graham Greene’in onun için kullandığı “Korkudan çok, kaygının şairidir” tanımlamasına çok uygun bir içerik ve üsluba sahip olan bir roman. Karısını öldüren bir adam, karısı intihar eden ya da öldürülen ve kendisinden şüphelenilen bir başka adam ve her ikisinin de peşine düşen; sert, hırslı ve kuraldışı çalışmaktan çekinmeyen bir polis. Bu üç karakter ve diğerleri ile kendine has bir hava kuruyor Highsmith ve polisin şüphelendiği iki adamın kahramanları olduğu bölümler ile ilerlerken onları finalde kaçınılmaz bir yüzleşme ile karşı karşıya getiriyor. Finalinin okuyucunun merak ettiği en önemli soruyu cevapsız bırakmış gibi görünmesi ile kimileri için yeterince tatminkâr olmayabilir belki ama tüm romanın bu belirsizlik üzerinden ilerlediğini düşünce doğru görünüyor yazarın tercihi.
Bir cinayet sahnesi ile açılan ve bir çifte cinayet ile sona eren roman bu ölümler arasında tüm Highsmith romanları gibi okuyucuyu bir an bile ilgisini yitirmeyecek şekilde hep elinde tutuyor. Eşleri öldürülen (birinin intihar etmiş olması da mümkün) iki adamın ortak tek bir yönleri var: Her ikisi de eşinden çok rahatsız ve açıkçası özellikle biri için Highsmith’in çizdiği profil kadını bir ömür törpüsü olarak nitelendirebileceğiniz kadar sert (Burada yazar için Guardian’da Natasha Walter’ın kullandığı “kadın düşmanı bir lezbiyen” ifadesini hatırlamamak elde değil!). Biri kitapçı, diğeri avukat olan iki adam arasındaki sosyal sınıf farkını bir bölümde ilki için bir öfkeye dönüşen kıskançlığın konusu yapan ama bu konunun fazla üzerine gitmeyen (Hırslı polisin avukatı sadece psikolojik olarak hırpalarken, kitapçıyı fiziksel olarak da sert yaklaşımının hedefi yaptığını (birkaç kez dövüyor kitapçıyı polis) ekleyelim ama) Highsmith her iki karakteri çok iyi analiz etmiş ve roman boyunca hissettiklerini ve geçirdikleri dönüşümleri okuyucuya sıkı bir okuma serüveni sağlayacak kadar iyi anlatmış. Özellikle Walter karakterinin (avukat) gittikçe artan kaygı ve korkuları, hayatının kontrolünü yavaş yavaş kaybetmesi gerçekten çok etkileyici bir dil ile anlatılıyor ve romanı bitene kadar elinizden bırakmak istemeyeceğiniz bir içeriğe kavuşturuyor.
Highsmith’in bu romanı iki kez sinemaya uyarlanmış: Claude Autant-Lara’nın 1963 tarihli “Le Meurtrier” ve Andy Goddard’ın 2014 yapımı “A Kind of Murder” adlı filmleri. Bunlardan ilki daha başarılı bir çalışma olurken, romanın ve karakterlerinin ruhunu çok daha iyi getirebilmişti perdeye. Bu “ruh” ifadesi çok önemli çünkü tüm Highsmith eselerinde olduğu gibi bu romanda da karakterlerin psikolojisi eylemler kadar, hatta onlardan çok daha fazla öne çıkıyor. Yazarın özellikle Walter karakteri için detaylar üzerinden oluşturduğu gerilim ve tedirginlik atmosferi ve aynı karakterin kendi hataları, yanlış seçimleri ve zayıflıklarının neden olduğu psikolojik yıkımın resmi ile dikkat çeken kitap iki şüpheliyi yıpratarak birbirlerinin düşmanı haline getiren polis karakteri ile de önemli. Burada işkenceye varan bir sertliği gösteriyor bize yazar ve ortadaki iki ölüye rağmen okuyucunun otoritenin yanında taraf tutmasına izin vermiyor.
Özetle söylemek gerekirse; kesinlikle gerilimli, keyifli ve önemli bir polisiye bu. Yazarın hayranları zaten okumuş ya da okuyacaktır ama tüm polisiyeseverlerin de okuması gereken bir eser ve Patricia Highsmith’in bu türe armağan ettiklerini hatırlamak için değerli bir araç.
(“The Blunderer”)