“Göklerin kraliçesi Aziz Meryem, Aziz Serafim, Aziz Keşiş Theofanis; bir özveride bulunup bu bir bardak sidiği içeceğim. Bu jestime karşılık, anne ve babamı tekrar bir araya getirin… Bir yudum da iş görür”
Annesi ve iki ağabeyi ile birlikte Fransa’da yaşayan sekiz yaşındaki bir kız ve kardeşlerinin annelerinden ayrılan ve bir yıldır görmedikleri babalarının yanında geçirdikleri yeni yıl tatilinin ve küçük kızın ebeveynlerinin tekrar bir araya gelmesini umut etmesinin hikâyesi.
Senaryosunu Ginevra Elkann ve Chiara Barzini’nin yazdığı ve yönetmenliğini Elkan’ın yaptığı İtalya ve Fransa ortak yapımı bir film. 2019’da Locarno Festivali’nin açılış filmi olarak seçilen ve yarışmalı bölümde de yer alan çalışma, Elkann’ın 2005’te çektiği bir kısa filmle başladığı yönetmenlik kariyerindeki ilk uzun metrajlı eser. Bir boşanma, babalarından bir yıldır ayrı olan çocukların ailenin parçalanması ile farklı şekillerde baş etmeye çalışması, tekrar aile olabilme umudunu hiç yitirmeyen küçük bir kız, onun biri on dört diğeri on bir yaşında olan iki erkek kardeşinin büyüme sıkıntıları ve kendilerine farklı hayatlar kurmaya çalışan bir erkek ve bir kadın… Ginevra Elkann tüm bunları kendi hayatından da esintiler taşıyan bir hikâye ile anlatırken ortaya samimi ve sıcak bir sonuç koyuyor. Eğlencesi de hüznü de olan hikâyeyi hafif bir sinema dili ile anlatan yönetmenin en önemli başarısı bizi anlattığının gerçekliğine ve dürüstlüğüne ikna etmesi ve bunu sesini yükseltmeden yapması. Belki çok orijinal değil hikâye ve arada bir “hatırlanan şeyler” havası da taşıyor ama seyri keyifli ve hayatın acı ve tatlı yönleri ile sürdüğünü ve sürmek zorunda kaldığını hatırlatması ile önemli.
Anne üç çocuğu ile Fransa’da yaşamaktadır ve birlikte Kanada’ya yerleşme planı yaptıkları erkek arkadaşından hamiledir. Onunla beş yıldır görüşmeyen baba ise İtalya’dadır ve pek de başarılı görünmeyen bir senaryo yazma çabası içindedir. Hikâye annenin hamileliğinin neden olduğu rahatsızlık nedeni ile çocukların yılbaşı tatili için babaların yanına Roma’ya gitmeleri ile başlıyor asıl olarak ve orada babaları ve onun asistanı / kız arkadaşı ile geçen günlerini anlatıyor. Yanında annesi ile babasının mutlu günlerinden kalan bir fotoğrafla gezen küçük kız ve iki erkek kardeşi annelerinin yönlendirmesi ile protestandırlar ve dinsel duyguları da yüksektir. Babanın ise o taraklarda hiç bezi yoktur ve çocuklarının inançlarını hem şaşkınlık hem de kızgınlıkla karşılamaktadır. Pek de iyi bir baba değildir adam ve hatta çocukları kendi babasına bırakıp asistanı ile bir haftalığına tatile gitmeyi düşünmektedir ama bu planını gerçekleştiremez. Sonrası deniz kenarındaki bir evde çocuklarla geçen, acı ve tatlı yanları olan ve hayatın da sonuçta bundan başka bir şey olmadığını herkese öğreten / hatırlatan günler olur.
Elkann hikâyesini kendi hayatından da esinlenerek yazmış; seyrettiğimizin ne kadarı onun kendi çocukluğundandır bilmiyoruz ama 1970’lerin sonlarında (veya 80’lerin başlarında) geçen hikâyenin her anını sahici kılmayı başarmış yönetmen. Bazı olaylar -örneğin babanın köpeği ile ilgili olan olay bir itirafa ve bunun sonucu olan bir yakınlaşmaya neden olsa da- filmin geneli içinde bir parça ayrıksı duruyor ve bazı karakterler (örneğin eşcinsel çift) -belki gerçek bir anının izdüşümü olsa da- beklenen işlevi yerine getiremiyorlar ama yine de senaryo genel olarak amaçlanan noktaya ulaşmış gibi. Babanın ortada olmaması nedeni ile küçük kardeşler için onun rolünü de üstlenmiş görünen büyük oğlanın yavaş yavaş kendisini gösteren ergenliği, diyabeti olan ortancanın 70’lerin popüler TV dizisi ve bizde de gösterilen”The Six Million Dollar Man”in kahramanı Steve Austin karakterine olan hayranlığı ve küçük kızın hiç yitirmediği ailenin tekrar birleşmesi umudu ile bu üç cocuğun büyüme hikâyesini anlattığını da söyleyebileceğimiz senaryo seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Bu büyüme hikâyelerinde tanık olduklarımız (uyanan cinsellik, büyüklere özenme, ilk aşk vs.) çok da orijinal değil ama film yine de kendine özgü bir kimliğe sahip gibi görünüyor ki bunu sağlayan temel faktörler de Ginevra Elkann’ın doğal sineması ve bu sinemanın bize geçirdiği dürüst gerçekçilik. Karakterlerin tümüne kusurları ile birlikte ısınacağınız ve bunu yaparken zoraki bir sevimlilik görüntüsünden uzak durabilen bir sonuç koymuş ortaya yönetmen. Gökyüzünün dönüştüğü mavi fon üzerinde el yazısı ile oluşturulan kapanış jeneriği yazıları ve son sahnede küçük kızın “aile olduk” konuşmasındaki samimiyet kadar gerçek hayatın bir yansıması Elkann’ın bu ilk filmi.
Julio Iglesias’tan “Se Mi Lasci Non Vale” (Bizde Ajda Pekkan “Yeniden Başlasın” adı ile yorumlamıştı bu şarkıyı) ve Ricchi e Poveri’den “Sarà Perché Ti Amo” gibi hikâyenin geçtiği dönemin şarkılarını eğlenceli sahneler için kullanan, kapanışta ise “bir aile olmayı başaran”ların birlikte yedikleri yemeğe eşlik etmek için günümüzden bir şarkıyı (Riccardo Sinigallia’dan “Prima di Andare Via”) seçen film çoğunlukla çocukların bakış açısı ile anlatıyor hikâyesini ki yukarıda sözü edilen sıcaklığın nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Tümü ilk kez bir sinema filminde rol alan üç küçük oyuncunun (yaş sırasına göre söylersek; Milo Roussel, Ettore Giustiniani ve Oro De Commarque) sade ve sıcak performansları ve üç tecrübeli oyuncunun (Baba rolündeki Riccardo Scamarcio, onun kız arkadaşını canlandıran ve performansı ile öne çıkan Alba Rohrwacher ve anneyi oynayan Céline Sallette) yalın oyunculukları ile görülmeyi hak eden bir ilk film bu. Hayatın küçük kızın hayalleri gibi kimi karşılanan kimi karşılanmayan beklentilerden oluştuğunu bilenler ve “iddiasız” bir hikaye izlemek isteyenler için.
(“If Only”)