A Man for All Seasons – Fred Zinnemann (1966)

“Kimileri dünya yuvarlak diyor, kimileri düz. Tartışmaya açık bir mesele. Ama eğer düzse, kralın buyruğuyla yuvarlak olur mu? Ya da eğer yuvarlaksa, kralın buyruğu düz yapar mı onu?”

Boşanmasını onaylamayan Katolik Kilisesi’ni ret ederek kendisinin başı olduğu İngiltere Kilisesi’ni kuran Kral VIII. Henry’e talep ettiği onayı vermeyen Thomas More’un hikâyesi.

Robert Bolt’un kendi oyunundan uyarladığı, yönetmenliğini Fred Zinnemann’ın üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. 8 dalda aday olduğu Oscar’ı altı dalda (Film, Yönetmen, Kostüm Tasarımı (Renkli), Erkek Oyuncu, Görüntü (Renkli) ve Uyarlama Senaryo) kazanan film iki dalda ise (Yardımcı Erkek ve Kadın Oyuncular) adaylıkla yetinmişti. Yönetmen olarak 7 kez Oscar’a aday olan Zinnemann’ın ikinci ve son kez bu ödülü aldığı film çok sıkı bir oyuncu kadrosu ve kadrodaki her bir oyuncunun sağlam performansları, bir oyundan uyarlanmış olmasına rağmen sahip olduğu sinema duygusu, konuşma ağırlıklı bir çalışma olmasına ve bir aksiyon içermemesine rağmen iki saatlik süresini hiçbir şekilde hissettirmeyen akıcılığı ve elbette tarihsel bir gerçeği ele alan içeriği ile keyifli bir sinema eseri. Zinnemann’ın sadeliği koruyarak elde ettiği ve klasik sinemanın iyi örneklerinden biri olan mizansen çalışması da takdiri hak eden film kanunlara ve prensiplerine “sonuna kadar” bağlı kalan bir adamın direnişini anlatarak sadece geçmişe değil, bugün yaşananlara da ışık tutan önemli bir yapıt.

Thomas More’u canlandıran ve rolü ile Oscar alan Paul Scofield’a eşlik eden kadro sağlamlığı ile göz dolduruyor. Her ikisi de Oscar’a aday olan Robert Shaw ve Wendy Hiller, Orson Welles, Leo McKern, Susannah York, sinemadaki ilk rollerinden birindeki John Hurt, Nigel Davenport, Corin Redgrave ve hatta çok kısa bir rolde Vanessa Redgrave. Sadece bu isimler bile Zinnemann’ın kariyerindeki en önemli eserlerden biri olan bu filmi görmek için yeterli olmalı. Heybetli vücudu ile Orson Welles’i Kardinal Wolsey rolünde henüz açılışta gördüğünüz film doğal olarak önemli bir avantajla başlıyor ve iki saat boyunca da bu avantajını hep koruyor. Ödülü “Who’s Afraid of Virginia Woolf” (Kim Korkar Hain Kurttan) ile Richard Burton’ın alacağından emin olduğu için Oscar törenine katılmaya gerek duymayan ama ödülü kazanan Paul Scofield Hollywoodvari gösterişli performanslara çok uygun bir rolde tam tersine sade ama bu sadelik ile taban tabana zıt bir gücü olan oyunculuğu ile göz dolduruyor ve daha önce tiyatroda canlandırdığı karakteri sinemanın tüm gerekliliklerini tam anlamı ile karşılayarak taşıyor beyazperdeye. Kadrodaki tüm diğer oyuncular da; kralı oynayan Robert Shaw, More’un eşini canlandıran Wendy Hiller ve hikâyenin başında More’a yanaşmaya çalışan ama sonra onun trajik kaderinde önemli bir rol oynayan Richard Rich rolünde John Hurt başta olmak üzere tam bir takım performansı ile Scofield’a eşlik ediyorlar. Tümü doğal, sağlam ve karakterlerini gerçek kılan bu performanslar sinemanın insan doğasını en iyi yansıtan araçlardan biri olduğunu hatırlatıyor bize bir kez daha.

Filmin ilk birkaç dakikası konuşmasız geçiyor ama Kardinal Wolsey’den More’a giden bir mektuba tanık olduğumuz bu bölümün ardından gelen hikâyenin hemen her anında karakterlerin konuştuğuna tanık oluyoruz sürekli olarak. Ne var ki Robert Bolt’un kendi oyunundan sinemaya taşıdığı diyaloglar çok doyurucu ve doğal ile güçlü sıfatlarını birlikte hak eden içerikleri ile kolayca yorucu (ve hatta ortalama bir seyirci için sıkıcı) olabilecek havadan kesinlikle uzak tutuyorlar seyirciyi. Oysa hikâye güçlü ve “Oscarlık performans”larda sıklıkla karşılaştığımız parlak hitabetlere uygun sözlere de hayli müsait; ama Bolt’un senaryosu bundan doğru bir mesafe uzakta duruyor genellikle ve karakterlerin konuşmalarını doğal ve gerçek kılıyor. Zinnemann’ın yönetmenliği de aynı anlayışa sahip; örneğin sonlardaki yargılama sahnesinde Paul Scofield’a yakın planlarla yaklaşıp sahnenin dramatik etkileyiciliğinin altını kalın çizgilerle çizmek yerine sık sık tüm mahkeme salonunu getiriyor görüntüye ve seyirciyi More karakteri ile kaba bir biçimde özdeşleştirmek yerine o duruşma ânının tanıklarından biri haline getirmeyi tercih ediyor. Yönetmen genel olarak tüm hikâyeye bu şekilde yaklaşmış ve adeta anlattığı gerçek olayın sahiciliğine zarar getirmemeye özen göstermiş. Buna karşılık bu tercih Zinnemann’ın kendisinden bir şey katmadığı anlamına gelmemeli; aksine usta sinemacı her bir kareyi doğal kılacak ve bizi o ânın içine yerleştirecek kamera açıları ve görüntü tercihleri ile hikâyesine göstermesi gereken saygıyı hep muhafaza ediyor. Ted Moore’un görüntü çalışması da destekliyor yönetmenin anlayışını ve sadelikle oluşturulan küçük oyunlarla etkileyiciliği yakalıyor. Örneğin Kardinal Wolsey’nin kırmızı kıyafeti içindeki her bir görüntüsü bir klasik tablonun anlayışı ile oluşturulmuş ve hikâyenin geçtiği döneme de yakışan bir seçim olmuş bu.

Filmdeki doğru noktalardan biri tarihteki önemli karakterlerden birinin tüm biyografisini anlatmaya soyunarak ve iki saate sığmayacak bir hayatı o süreye sıkıştırmaya çalışarak yüzeysel bir değinme ile yetinmek yerine, bize More’un karakterini anlatacak ve onun kişisel kaderini olduğu kadar, inançlı ve prensipli olmanın sonuçlarını gösterecek bir hikâye üzerinden ilerlemek. Bolt’un oyunundan gelen bir artı nokta bu elbette ama onun, oyununu senaryolaştırırken (yazar pek çok değişiklik yapmış oyununda; örneğin oyundaki anlatıcıyı yok ederek onun rolünü farklı karakterlere dağıtmış) bu konsantrasyonu koruması ve seyircinin temel olarak bir adamın, trajedisine yol açsa da inancından vazgeçmemesine odaklanmasını sağlaması çok önemli. Kralın kendisine bir erkek çocuk veremeyen karısından boşanmasını ve metresi ile evlenmesini onaylamasını sağlamak için Vatikan’a başvurmayı ret eden ve kralın kurduğu ve başına geçtiği kiliseden aldığı onayın altına imza atmayı kabul etmeyen adamın bu tutumunun ülkede kaosa neden olacağı söylendiğinde verdiği cevap bu sayede daha anlaşılır ve önemli oluyor seyirci için: “Bence devlet adamları resmî görevleri uğruna, vicdanlarını göz ardı ederlerse ülkelerini asıl o zaman en kısa yoldan kargaşanın kucağına atarlar”. More’u özellikle iyi göstermeye çalışmıyor film ama etrafındaki tüm kaypaklık ve çıkarcılığın karşısında -neredeyse kibirli olarak algılanabilecek bir şekilde- doğru olduğuna inandığından asla ayrılmamasını değerli bulduğunu hissettiriyor.

Hikâye More’un davranışı kadar onun cesaretine ve dürüstlüğüne sahip olmayanlarınkini de göstererek kahramanının seçimini daha değerli kılıyor. Rich karakterinin masumiyetini yavaş yavaş yitirerek (gittikçe daha da görkemli olan kıyafetleri bu dönüşümün sembolü olarak kullanılıyor), makam hırsı sonucunda geldiği nokta ile More’un bulunduğu noktadan hiç ayrılmaması üzerinden etkileyici bir zıtlık oluşturuyor film. Fransız felsefeci Roland Barthes’in “Faşizm konuşmayı engellemez, konuşmaya zorlar” sözünü doğrular şekilde sessiz kalmanın da kurtarmadığı More’un hikâyesini anlatan film bugünün ölçülerine göre ve “Game of Thrones” gibi eserlere alışık seyirciler için bir parça kuru ve fazla konuşmalı görünebilir ve hatta Zinnemann’ın yönetmenliği bir parça fazla mesafeli gibi durabilir ama klasik sinemanın önemli ve görülmesi gerekli yapıtlarından biri bu kesinlikle.

(“Her Devrin Adamı”)

(Visited 204 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir