Malina – Werner Schroeter (1991)

“Sana göre güzellik önemsiz ama bence hayati bir önemi var ve ben onu gördüm. Hiç mutlu olmadım ama güzelliği gördüm ben”

Bir kadın yazarın, iki farklı erkekle olan ilişkisi üzerinden anlatılan ruhsal karmaşasının hikâyesi.

Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ın 1971 tarihli aynı isimli romanından uyarlanan, senaryosunu Elfriede Jelinek’in yazdığı (Fransızca diyaloglar Fransız sinemacı Patricia Moraz’a ait), yönetmenliğini Werner Schroeter’in üstlendiği ve Almanya – Avusturya ortak yapımı olarak çekilen bir film. 1991’de Cannes’da Altın Palmiye için yarışan film başroldeki Isabelle Huppert’in mükemmel bir oyunculuk gösterisi sunduğu, Bachmann’ın uyarlanması zor romanının sinema karşılığını ilginç bir şekilde üreten ve seyirciden “sabır” ve dikkat isteyen bir çalışma. Seyirci tarafındaki çabanın karşılığı ise kesinlikle farklı ve Huppert’in ruha işleyen performansı ile önemli bir çarpıcılık yakalayan bir filmi görme deneyimi oluyor.

Yaşadığı ruhsal karmaşa ve hayatındaki dağınıklık nedeni ile, üzerinde çalıştığı eseri bir türlü bitiremeyen kadın yazarı Bachmann’ın kendisinden (de) yola çıkarak yarattığını düşünmek mümkün. Bachmann da 1973’te 47 yaşında hayatını kaybettiğinde tamamlayamadığı eserler bırakmış arkasında. Çalışmaları özellikle feminist çevrelerde ilgi ile okunan yazarın kendisi ile filmin (ve elbette romanın) kahramanı olan yazar arasındaki benzerlik sadece bununla sınırlı değil. Tutkulu ve aralıksız bir şekilde sigara içiyor hikâyenin kahramanı tıpkı Bachmann gibi (yazar sigaradan kaynaklanan bir yangın nedeni ile kaldırıldığı hastanede kaybetmiş hayatını ki bu olayın intihar olduğunu düşünenler de var), her ikisinin de babası Nazi geçmişlerine sahip ve tıpkı yazar gibi filmdeki karşılığı da kadınsal arzuları, beklentileri, erkeklerle -imkânsız- ilişkiler üzerine konuşuyor ve hayatı hep bunlarla örülüyor. Rainer Werner Fassbinder’in esin kaynakları arasında gösterdiği bir sinemacı olan Werner Schroeter bu kadın yazarın hikâyesini romana olabildiğince sadık kalarak ve Bachmann’ın hak ettiği bir düzeyde anlatıyor ve kayıtsız kalınamayacak bir sonuç koyuyor ortaya.

Üç ana karakteri var filmin: Yazar (filmde ismi verilmiyor ve jenerikte de sadece “Die Frau” (Kadın) olarak geçiyor adı ve bu bağlamda belki de filmin genel olarak kadınları anlattığının da göstergesi oluyor), yazarla aynı evde yaşayan ve onu sürekli olarak kötü durumlardan kurtaran kararlı ve “cool” bir karakter olan Malina (genellikle kadınlara verilen bir isme sahip olsa da bir erkek bu) ve yazarın tanıştığı ve birden âşık olduğu Macar Ivan. Viyana’da geçen hikâyede, sırası ile Isabelle Huppert, Mathieu Carrière ve Can Togay canlandırıyor bu karakterleri ve üçlü bir ilişkiyi sergiliyorlar bize. Yazar ile Malina arasındaki ilişki ve Malina’nın kimliği ve hatta varlığı hep belirsiz bırakılıyor hikâye boyunca. Onun kadını hep koruyan, yönlendiren, eleştiren ve hatta akıl veren konumu romanın ve filmin onu erkeklerin bir sembolü olarak görmesi olarak yorumlanabilir. Ivan ise yazarın tutkulu bir şekilde bağlandığı ama onun tutkusuna aynı düzeyde karşılık ver(e)meyen bir erkek ve bu anlamda kadınlarla erkekler arasındaki farkın somutlaşmasını sağlayan bir karakter olarak görülebilir. Kadının bir türlü bitiremediği eseri, masasının üzerinde yığılı duran ve sık sık yere fırlattığı kağıtlar, o masanın çekmecesine atıp durduğu ve hiç postalanmayan mektuplar ve Ivan ile sokakta ilk karşılaşmasında ona “İyleştir beni” diye seslenmesi gibi unsurlar üzerinden yazarın (kadının) kırılganlığı, gittikçe hızlanan çöküşü ve çaresizliğini güçlü bir biçimde anlatıyor film ve iki erkek ile olan her temasında bu anlatımı daha da etkileyici kılmayı başarıyor.

Werner Schroeter açılış sahnesinden başlayarak farklı bir film izleyeceğimizi ve seyircinin olan biteni kolaylıkla takip edebileceği bir hikâye sunmayacağını çok net bir şekilde dile getiriyor. Düşlerin (ve kâbusların) gerçeklerle, hayal edilenlerin gerçekten olan bitenle iç içe geçtiği bir anlatımı var filmin. O nedenle özellikle ilk yarısında seyirciden ciddi bir dikkat istiyor film ve bu dikkati (ve sabrı) gösterenleri -taşları yerine oturtan seyircileri- hayli kıymetli bir ikinci yarı ile ödüllendiriyor. “Ateş”ler içindeki finali ile hayli etkileyici bir kapanış yapan film belirsizliği ve dengesizliği ile yazarın hissettiklerine çok uygun bir havaya sahip ve seyirciyi özellikle sorularla baş başa bırakıyor zaman zaman. Birkaç kez karşımıza gelen “keman çalan genç adam”, sokaktakilere son anda çarpmayan arabalar, sokakta koşuşturanlar veya “suya dalacakmış gibi yapan ama dalmayan yüzücüler” gibi görsel unsurları özellikle bir durumun / düşüncenin sembolü olarak görerek anlamaya çalışmak yerine, yazarın yaratıcılığının onun bunalımı ile birleşmesi ile ortaya çıkan yarı gerçek yarı hayaller olarak yorumlamak gerekiyor. Bu bağlamda aynanın kullanımı da öne çıkıyor. Malina’nın kendisini hayli tuhaf bir zamanda elindeki küçük aynaya bakmakla eleştirmesi üzerine “Ayna var olmamı sağlıyor” cevabını veriyor kadın. Yansımaları ve görüntünün çoğalmasını da kullanıyor, sinemasında biçimsellik hep öne çıkan Schroeter ve bir bakıma kadının parçalanmışlığını vurguluyor. Ne var ki bu biçimsellik filmin “feminist” havasını zedelemiyor hiç ve kadının kendisinin bir prenses olduğu masalı hayal ettiği sahnede olduğu gibi içeriğinin bu yanını hep koruyor hikâye. Bu masaldaki “biri onu sevmezse hep yalnız kalacak olan kadın” söylemi, yazarın Ivan’ın çocuklarının doğum gününde uğradığı pasta saldırısı, yumurtayı hiçbir zaman doğru ayarda pişirememesi, inşaat işçilerinin yanında bacağından aşağı sızan kan ve gösterilebilecek başka pek çok örnekle film kadın olmak üzerine bir hikâyesi olduğunu ve kadının varlığını ve adını arayışını anlattığını hatırlatmayı hiç ihmal etmiyor.

Opera yönetmenliği de yapmış olan Schroeter’in film için seçtiği müzikler de ilginç. İtalyan klasik müzik bestecisi Giacomo Manzoni’nin gerilim ve hatta korku ögeleri ile beslenmiş bir melodrama uygun müzikleri filme tedirginlik katarken, uzun bir bölümde bir arya (Carl Maria von Weber’in Oberon adlı operasından “Ocean, Thou Mighty Monster” adlı arya) etkileyici bir sahnenin bir parçası oluyor örneğin. Yönetmen, henüz 42 yaşındayken intihar ederek hayatına son veren Fransız yapımcı Jean Eustache’a ithaf ettiği filminde Isabelle Huppert’ten de olağanüstü bir destek alıyor. Hemen her karesinde var filmin oyuncu ve “ateşler içindeki bir kadın”ı tek kelime ile mükemmel bir biçimde oynuyor. Bachmann romanını yazarken bu karakteri nasıl hayal etmiştir bilinmez ama adeta bir başkasını bırakın oynatmayı, düşünmeyi bile imkânsız kılan bir şekilde karakterinin ruhuna bürünüveriyor Huppert ve büyülüyor kesinlikle. Mathieu Carrière ve Can Togay da (Siyasî nedenlerle Macaristan’a sığınan TKP’li anne ve babanın oğlu olarak orada dünyaya gelmiş bu Türk asıllı oyuncu) sade ve güçlü oyunculukları ile ona iyi bir destek sunuyor ve adeta gole çevireceği paslar atıyorlar kendisine.

Bachmann bir röportajda “Faşizm bir erkek ile bir kadın arasındaki ilişkideki ilk şeydir” demiş ve bu filme kaynak olan romanında iki farklı erkeğin (ve “baba”yı da düşünürsek, üç) farklı şekillerde kadına uyguladığı şiddetin sonucunu ya da en azından bu şiddetin hızlandırdığı sürecin sonucunu anlatmış. Bu karanlık ve başlarda bir parça karışık bu film ise kendine özgü bir çalışma ve öncelikle has sinemaseverler için. Romanda olduğu gibi Malina’nın “Bu bir cinayetti” sözü ile biten ve kadının “Ben var mıyım?” sorusunu sorduğu film Bachmann’ın ölümü ile yarıda kalan ve “Ölmenin Yolları” adını taşıyan otobiyografik üçlemesinin hayata geçebilen tek romanına sinema perdesinde hayat vermesi ile de önemli olan zor ama ilgiyi hak eden bir yapıt.

(Visited 720 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir