“Ben ajan değilim, ben bir gazeteciyim!”
İç savaşın devam ettiği bir dönemde, Beyrut’ta kaçırılan bir Fransız savaş fotoğrafçısının hayatta kalma ve onurunu koruma mücadelesinin hikâyesi.
Fransa, İtalya ve Belçika ortak yapımı olarak çekilen, senaryosunu Maroun Bagdadi, Didier Decoin ve Elias Khoury’nin yazdığı ve yönetmenliğini Lübnanlı sinemacı Bagdadi’nin üstlendiği bir yapıt. 1987’de Hizbullah örgütü tarafından İsrail casusu olduğu gerekçesi ile tutuklanan ve yaklaşık 1 yıl boyunca onların elinde kalan, Fransa’nın fidye ödemesi ile serbest bırakılan gazeteci Roger Auque’nin hikâyesinden esinlenen film hem Lübnan’ın hiç çözülmeyecek gibi görünen sorunlarının yakıcı acılığını sergiliyor hem de savaş ortamında gazetecilik yapmanın doğasında yer alan tehlikeleri hatırlatıyor. 1991 yılında Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanan yapıt başroldeki Hippolyte Girardot’nun fiziksel ve duygusal olarak kendisini vermiş göründüğü rolde parladığı, tutsak olmanın ve kötü muamelenin bir bireyi insanlıktan nasıl çıkarabileceğini gösteren ve Bagdadi’nin ülkesinin yazgısını net bir şekilde sergilediği filmografisindeki diğer filmler gibi ilgiyi hak eden bir çalışma. Her ne kadar Auque’den hiç söz edilmese de bu gazetecinin sonradan ortaya çıkan gizli gerçeği filme bir parça gölge düşürüyor ama yine de genç yaşta ölen Bagdadi’yi tanımak için önemli bir eser bu.
Göz altındaki yakınları için ellerinde onların fotoğrafları ile protesto gösterisi yapan kadınların görüntüsü ile başlıyor film. İç savaşta tarafların birbirine karıştığı ve o sıralarda farklı mezheplerden müslümanların birbiri ile çatıştığı zamanlarda geçiyor film ve gösteri serbest bırakılan 5 kişi için duyulan sevincin ölüm haberi alınan yakınlar için atılan yas çığlıklarına karışması ile sona eriyor. Beyrut’ta ve şehrin savaşın -silinmemiş ve bir şekilde hep kendisini göstermeye devam edecek olan- izlerini çok taze bir şekilde taşıdığı günlerde çekilen film bunun sağladığı doğallıktan epey yararlanmış ve Bagdadi’nin dış mekân çekimleri filme oldukça önemli bir güç katıyor. Bizi doğrudan savaşın içine sokuyor yönetmen ve o şehirde o anda yaşıyor olmanın ne demek olduğunu etkileyici bir şekilde aktarıyor. Hikâyenin asıl olarak gazeteciye ve yaşadıklarına odaklanması Lübnan’da olan biteni anlama konusunda pek bir ipucu vermiyor seyirciye ve fotoğrafçının “ Eskiden birlikte İsraillilere karşı savaşan Filistinlilerin ve Hizbullah’ın şimdi birbirleri ile savaşıyor olmasını anlamıyorum” sözlerini açıklamak için de bir çaba göstermiyor. Lübnan’ın karmaşık hikâyesini ve ezelî / ebedî kaosunu anlatmanın tek bir filmin boyunu aşacağını düşününce bu bir sorun değil kuşkusuz ama yine de gazeteci dışındakileri daha iyi anlayabilmemiz filmin de değerini artırırmış gibi görünüyor.
Maroun Bagdadi çekmeyi planladığı yeni bir filmin hazırlıkları için, yerleştiği ve vatandaşlığını aldığı Fransa’dan döndüğü Lübnan’da ailesinin evinde asansör boşluğuna düşerek kaybetmiş hayatını 1993’te. Ülkesinin tarihini ve kaderini anlatan pek çok belgesel de çeken ve bir kaza sonucu henüz 43 yaşındayken ölen Bagdadi’nin anlattığı hikâyeye ve ülkesinin yaşadıklarına çok hâkim olduğunu her anında hissettiriyor film ve üstelik bunu ana karakteri bir yabancı olmasına rağmen yapabiliyor. 1982 ile 1992 arasında Lübnan’da çoğu Hizbullah tarafından olmak üzere 104 yabancı rehin almış ve onların sekizi de hayatını kaybetmiş. Bugün “Rehine Krizi” olarak adlandırılan bu dönemdeki olaylardan birini, Roger Auque’nin gerçek hikâyesinden yola çıkarak anlatmış Bagdadi; tıpkı Auque gibi hikâyenin kahramanı Patrick Perrault da Fransız bir gazeteci ve onun gibi evinin hemen önünden kaçırılıyor. Filmde nedense, kaçıranlar hiç sorgulamıyorlar onu ve her ne kadar kaçırma nedenlerine hiç değinilmese de bir Hizbullah gerillasının serbest bırakılması için pazarlık konusu yapılması asıl nedenin bu olabileceğini gösteriyor. Ne var ki böyle olsa bile, Hizbullah’ın gazeteciden hiç bilgi almaya çalışmaması pek inandırıcı değil senaryo adına; ama senaryoya asıl gölge düşüren şu: Roger Auque 2014’te hayatını kaybettikten hemen sonra yayımlanan ve Jean-Michel Verne ile birlikte hazırladığı kitabına (“Au Service Secret de la République”) İsrail adına para karşılığı casusluk yaptığını kabul etmiş. Bunu bilince hikâyeye doğal olarak farklı bir gözle bakıyor ve Patrick’in “Ben ajan değilim, ben bir gazeteciyim” çığlığına bir parça soğuk yaklaşıyorsunuz. Şunu da unutmamak gerek tabii: Film Roger Auque’nin hikâyesini anlattığını söylemiyor hiç ve gazetecinin casus kimliği de film çekildikten 24 yıl sonra ortaya çıkmış. Aslında bu durumu Lübnan’da olan biteni anlamanın imkânsızlığının bir işareti olarak da görebiliriz.
Tüm politik içerik bir yana bırakıldığında, filmin asıl başarısı rehin alınan bir kişinin akıl sağlığını ve onurunu korumak için verdiği mücadeleyi çekici bir şekilde anlatabilmesi. Yalnız olduğu zamanlar hariç sürekli gözleri bağlı olarak durmak zorunda olan, en mahrem ihtiyaçlarını göz önünde karşılamak zorunda kalan ve bu nedenle utanç verici durumlara düşen, kendisini tutsak alanların alayları ile karşılaşan ve akıbeti konusunda bir belirsizliğin içine atılıp arada sahte umutlar da verilen adamın trajedisi Hippolyte Girardot’nun güçlü performansı ile hikâye boyunca güçlü bir etkileyiciliğe sahip oluyor. Girardot’un karakterinin fiziksel olarak çöküşünü çok iyi yansıtabilmesi ile parladığı film, “ata binerek kaçma fırsatı” bölümünde olduğu gibi duygusal olarak da etkiliyor seyredeni. Hikâyenin diğer tarafını, kaçıranları da birer insan olarak anlatmaya soyunuyor film ve her ne kadar kaçırılanı anlattığı kadar yeterli ve güçlü olmasa da onları da Lübnan gerçeği ile birlikte karşımıza getirmeyi deniyor. Şimdi birbirine düşman olan farklı taraflar için savaşmış olan bir adamın “Evet, çok taraf değiştirdim ama savaş değişmiyor” cümlesi, köyü İsrail işgali altında olan Lübnanlının Fransa’ya gitme hayali, kahramanımıza en umutsuz anında verilen “kötü haber” (“Haberler kötü: Platini futbolu bırakmış”) veya gazeteciye sempati gösterenlerin varlığı gibi unsurlarla film tüm o trajedinin içinde insanlarla ilgili bir hikâye anlattığını hiç unutmuyor ve unutturmuyor.
İması ile etkileyici kapanış bölümü ve kamera önünde bildiri okuma sahnesi gibi etkileyici anları olan filmin adı kaçırılanın kapatıldığı yerde yaşamın dışına atılmış olmasına bir gönderme değil sadece; onu kaçıranların ve olayların yaşandığı Lübnan’ın da yaşamın dışına atılmış ve bulundukları yerde kıstırılmış olduğunu söylüyor. Maroun Bagdadi bu filmi çekerken, ülkesinin kaderi için nasıl bir tahmini vardı bilinmez ama bugünkü resim ülkenin içinde bulunduğu karanlığın hâlâ tüm koyuluğu ile sürdüğünü gösteriyor. Geçen Ağustos ayında Beyrut limanında meydan gelen ve en az 204 kişinin öldüğü, 7.500 kişinin yaralandığı, 300 bin kişinin evsiz kaldığı ve yaklaşık 15 milyar dolarlık maddi kayıba neden olduğu tahmin edilen patlama adeta Lübnan’ın uğursuz kaderinin sembolü olarak trajedinin o topraklarda kalıcı olduğunu söylemişti sanki dünyaya. İşte bu karanlığın içinden ve izlenmeyi hak eden bir hikâye anlatıyor Bagdadi.
(“Out of Life” – “Yaşamın Dışında”)