“O küçükken bir fikre saplanıp kalmıştım. Aklımdan şöyle geçiyordu: “Şimdi ölürsem, oğlum bir buçuk yaşında olacak ve beni hiç hatırlamayacak”. Acaba her baba aynı şeyi düşünür mü?”
Venedik’te yaşayan bir müzisyen ve nedenini söylemeden yanına çağırdığı, yedi yıldır ayrı yaşadığı eşinin şehrin köprüleri, sokakları ve meydanlarında adamın sırrını ve eski günleri tartışmalarının hikâyesi.
Enrico Maria Salerno’nun orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Salerno ve Giuseppe Berto’nun birlikte yazdıkları, yönetmenliğini ise kariyeri boyunca toplam üç sinema filmi çeken İtalyan oyuncu Salerno’nun yaptığı bir İtalya yapımı. Bir çeşit “Venedik’te Ölüm” veya “Venedik’te Aşk Hikâyesi” olarak da nitelendirilebilecek olan çalışma, eleştirmenler tarafından beğenilmezken seyirciden epey ilgi görmüş zamanında. Başrollerde her ikisi de İtalya’da da kariyer yapmış ABD’li Tony Musante ve Brezilyalı Florinda Bolkan’ın yer aldığı film popüler sinemanın seyre değer örneklerinden biri. Bir Yeşilçam melodramının çok daha profesyonel bir bakışla, Proust’tan alıntılarla, bir şehri (burada Venedik’i) ve müziği dikkat çekici biçimde kullanarak ve farklı olma çabasının her zaman olmasa da karşılığını bulduğu hâli ile çekilmiş bir versiyonu olarak görülebilecek bir film bu.
Enrico Maria Salerno’nun ilk yönetmenlik çalışması olan filmin başrollerindeki Musante ve Bolkan’a her iki oyuncunun da asıl dilinin İtalyanca olmaması nedeni ile dublaj yapılmış ve ikili diyaloglara bu kadar çok dayanan bir hikâyede -dublaj hayli başarılı gözükse de- titiz bir seyirci için dikkat dağıtacak bir sonuç çıkmış ortaya. Neyse ki istisnasız filmin hemen her karesinde görünen iki oyuncunun -rolleri zorlayıcı değilmiş gibi görünse de kameranın sürekli olarak odağında yer alan bir karakteri her ânında inandırıcı kılmak hiç de kolay bir iş değil- performansları ve bir buçuk saat boyunca seyirci için çekici olmayı başarabilmeleri bir süre sonra unutturuyor bu problemi. Evet, iki ana karakterin 90 dakika boyunca konuştuğu, geçmişi hatırladığı, tartıştığı, seviştiği ve bir şehri hikâyelerinin ayrılmaz bir parçası yaptığı film, Musante ve performansı ile İtalya’nın Oscar’ı kabul edilen David di Donatello’da kadın oyuncu ödülünü kazanan Bolkan sayesinde dramdan melodrama ve hatta trajediye uzanan hikâyesini rahatlıkla popüler ve ticarî sinemanın ilginç örneklerinden biri kılıyor.
Öncelikle filmin müziklerinden söz etmek gerek: Stelvio Cipriani’nin bolca ödül kazanan müziklerinin (her zaman popüler olan bu müzikler 2014’te ve üstelik plak formatında tekrar çıkmış müzikseverlerin karşısına) yanında Alessandro Marcello’nun (filmde eserin kardeşi besteci Benedetto Marcello’ya ait olduğu söylense de, yanlış bu) Obua ve Yaylı Çalgılar İçin Re Minör Konçertosu da hikâyenin atmosferine müthiş bir katkı sunuyor. Cipriani’nin filmin ana teması olan eseri o kadar beğenilmiş ki yıllar içinde Frida Boccara, Sergio Denis, Fred Bongusto, Tony Renis, Nana Mouskouri ve Ornella Vanoni gibi şarkıcılar tarafından farklı dillerde seslendirilmiş. Bugün bir parça yoğun ve zaman zaman da fazla öne çıkacak şekilde kullanılmış gibi görünebilir bu müzik çalışmaları ama Salerno’nun yönetmenlik tercihlerine uygun bir seçim olmuş bu. Salerno film boyunca zumlara başvurmaktan, sahne içinde karakterlerin yerlerini değiştirmekten, ses ile görüntüyü her zaman eşlememekten ve iki kahramanını etraflarından izole etmekten çekinmeyen bir görselliği tercih ederek stilize denebilecek bir tarzda çekmiş filmi ve işte müziğin kullanım şekli de bu stilize anlayışla hayli uyumlu.
Son anda aldığı bir demet çiçeği yine son anda yere atan bir genç adamın gardaki görüntüsü ile açılıyor film. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardır ve boşanmadığı ama yedi yıldır ayrı yaşadığı (İtalya’da boşanma 1970 sonlarında yasalaştı ve 1974’te yapılan referandumda halk yasanın kalmasını onayladı. Film yasanın parlamentoda kabul edilmesinden birkaç ay önce gösterime girmiş İtalya’da.) eşini beklemektedir. Yüzünde kocaman ve renkli gözlüklerle gelir kadın ve adama karşı adeta bir savunma aracı görevi gören gözlükleri bile neden oraya çağrıldığını anlamaya çalışmaktan kaynaklanan rahatsızlığını gizleyemez. İlk karşılaşma sessiz saniyeler boyunca sürer; adamın hüzünlü gülümsemesine kadının soğuk bakışları karşılık vermektedir. Piyano tuşlarından çıkan her bir notanın yüksek tonuna eşlik eden “plan – karşı plan – plan” kurgusu, baştaki sessiz bakışmalar, yan yana yürüyen iki karakteri gar içinde uzun bir süre tek çekimle gösteren kaydırma, zumlar ve sessizliğe zıt bir hava yaratan müzik gibi unsurlarla yönetmen Salerno bu ilk yapıtında biçimselliği öne çıkaracağını net bir biçimde gösteriyor bize. Salerno’nun Venedik’i kullanım şekli de yönetmenin turistik bir kartpostal tuzağına düşmediğini gösteriyor. Şehir hem görsel olarak hem tıpkı filmin ana temasına uygun olarak “çürüyor ve ölüyor” olması ile hikâyenin adeta üçüncü ana karakteri ve örneğin sokakta kuruması için asılmış çamaşır görüntülerinde olduğu gibi Venedik turistik değil, yaşayan ve yaşanan bir yer olarak sergileniyor. Birkaç sahnede “güzel Venedik” -kaçınılmaz olarak- çıkıyor karşımıza ama genellikle şehir tüm mimarî özellikleri ile birlikte hikâyenin doğal bir parçası oluyor. Marcello Gatti’nin İtalyan sinema yazarlarından ödül alan görüntü çalışması bu açıdan filmin önemli kozlarından biri. Son bir not olarak, filmin görsel ve biçimsel yanının yine bir ölüm hikâyesi anlatan Metin Erksan’ın 1977 yapımı “Sensiz Yaşayamam”ınki ile benzerlik taşıdığını söyleyebiliriz.
Hikâye kadın ve erkeğin aralıksız konuşmaları üzerinden bir yandan aralarındaki ilişkiyi sorgulamalarını anlatıyor, öte yandan da erkeğin sırrını açıyor bize. Erkeğin zaman zaman öfkeye dönüşen acılı hüznü, kadının soğukluktan sempatiye ve oradan “hatırlanan bir aşk”a dönüşen ruh hali bu konuşmalar aracılığı ile ve sırası ile önümüze çıkarken, senaryo kendisini daha ileriye taşıyacak nefese sahip olamaması yüzünden yarım kalan bir derinliğe ulaşabiliyor. “Venedik’i güzel yapan bu ama herkes anlamıyor. İçinde biraz ölüm duygusu olması lazım” gibi sözler, Proust alıntıları veya şehir ve insanın ölümünü eşlemek senaryonun ve yönetmenlik çalışmasının bir noktada tıkanıp kalması nedeni ile filmi gidebileceği noktanın epey gerisinde tutuyor ne yazık ki. Adamın kendisi ile ilgili gerçeği kadına itiraf ettikten sonra ellerini kollarında kavuşturarak, adeta savunma ihtiyacı içindeki bir çocuk gibi yürümesi ve bu arada pardesüsünün sağ ve sol yanlarının dengesiz duruşu gibi ince görsel oyunların çekiciliğinin yanında, iki kahramanın çimlerde el ele koştuğu sahne gibi oldukça ucuz yanları da var filmi. Anlaşılan Enrico Maria Salerno’nun iyi niyetli ve hevesli denemesi sanatçının -belki ilk filmi olmasının da artırdığı- kısıtlarına takılmış.
“Birlikte acı çekeceğim birine ihtiyacım vardı” cümlesi ile özeteyebileceğimiz hikâyeyi senarist Giuseppe Berto sorumlusu olduğu diyalogları kullanarak 1971’de tiyatroya uyarlamış, 1976’da ise filmle aynı adı taşıyan bir romana dönüştürmüş. İtalya dışında Arthur Hiller’ın “Love Story” filminden daha sonra gösterime girdiği için o filmden esinlenmekle eleştirilen, oysa senaryosu çok daha önce yazılmış olan bu çalışma seyirciden neden ilgi gördüğü (kim eli yüzü düzgün bir melodramdan hoşlanmaz ki!) açık olan, içerik ve biçim açısından iddialı havasını taşımaya nefesi yetmeyen, az da olsa ucuz numaralara başvurmaktan kaçınamayan ama buna rağmen farklılığı ile ilgi çeken bir sinema yapıtı.
(“The Anonymous Venetian” – “Meçhul Venedikli”)