“Bu yaptığın sadece işlerini değil, onlar açısından sporun kendisini de tehdit ediyor. Yani aslında geçim kaynaklarını tehdit ediyor; işlerini ve çalışma yöntemlerini tehdit ediyor. Böyle bir şey her olduğunda, ister kamu sektörü olsun ister özel, ipleri ellerinde tutan ve düğmeye basanlar çok öfkelenirler. Yani şu anda takımlarını bozup, senin modeline göre kurmayan herkes artık bir dinozor oldu”
Rakiplerinin büyük bütçeler ile oluşturduğu takımlar ile baş edemeyen bir beyzbol kulübünün yöneticisinin, kendisine geliştirdiği bilgisayar programları aracılığı ile yardım eden asistanı ile birlikte bütçelerine uygun ve şampiyonluğa erişebilecek bir takım kurmaya çalışmasının hikâyesi.
Amerikalı yazar ve finans gazetecisi Michael Lewis’in 2003 tarihli, “Moneyball: The Art of Winning an Unfair Game” adlı kitabından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryoyu, Stan Chervin’in bu kitaptan yola çıkarak yazdığı hikâyeden Steven Zaillian ve Aaron Sorkin oluştururken, yönetmenliği Bennett Miller üstlenmiş. Lewis’in kitabı Oakland Athletics adındaki beyzbol kulübünün 2002 sezonundaki başarısını ve bu başarının arkasındaki isim olan Billy Beane’in gerçek hikâyesini -elbette çeşitli değişiklikler yaparak- anlatıyor. Profesyonelleşme ile birlikte kendisine atfedilen tüm yüce değerleri yitiren her spor dalı gibi beyzbolun da bu akıbete mahkûm olduğunu gösteren film buna bir alternatif önermeden, daha doğrusu bu durumu temel bir eleştiri konusu yapmadan anlatıyor hikâyesini. Bir tarafta bu spor dalındaki uzmanlıklarının getirilerine sahip olmak isteyenlerin, diğer tarafta ise zorunlu olarak alternatif bir takım kuruluşuna gitmek zorunda kalanların olduğu hikâyeyi Hollywoodvari oyunlara pek fazla başvurmadan, temposunu ve çekiciliğini hemen hep koruyarak karşımıza getiren film Amerikan sinemasının o “sistemin ruhuna dokunmadan” eleştirel olmaya çalışan, yine de dile getirdikleri ve getirme şekli ile ilgiyi hak eden bir örneği.
Beyzbol tarihinin en iyi oyuncularından biri olarak kabul edilen Mickey Mantle’ın sözü ile açılıyor film: “Hayatın boyunca yaptığın bir sporla ilgili bu kadar az şey bilmen inanılmaz”. Film işte bu bilme(me) durumu üzerine kuruyor hikâyesini. Lewis’in kitabı bir kurgu eser (roman) değil, dolayısı ile bu eserden sinema için kurgusal bir senaryo çıkarmak ustalık isteyen bir iş ve Oscar adaylığı da bu başarının bir göstergesi. Senaryo bir başarının (aslında daha çok, bu başarıyı sağlayan yöntem için verilen mücadelenin) hikâyesini anlatırken, Hollywood’un seyirciyi karakterlerle mutlaka özdeşleştirme yöntemine de pek başvurmuyor; öyle ki peş peşe kazanılacak 20 galibiyetle bir rekor kırma çabasına tanık olduğumuz maçta bile seyirciyi bu konuda taraf tutmaya özellikle yönlendirmiyor. Bu olumlu bir tercih kuşkusuz ve filme de belli bir ciddiyet getiriyor. Ne var ki bir başka tercih kafa karıştırıcı: “Sabermetrics” denilen yöntemle erişilmek istenen başarı, büyük bütçeler, sporun bugün kapitalizm için bir endüstriden başka bir şey olmaması, seyircinin parası ve heyecanı ile bu endüstriyi beslemesi ve oyuncuların birer maldan başka bir şey olmaması konusunda ne düşünüyor film, anlamak hayli zor. Üstelik “ben resmi çizeyim, yorumu seyirci yapsın” gibi tarafsız bir tutum da yok burada; daha doğrusu film bu konuda elle tutulur bir tutum takınmamayı seçmiş ki bu da değerini önemli ölçüde azaltıyor.
Bizde beyzbol hiç bilinen veya sevilen bir spor değil, dünya üzerindeki pek çok ülkede olduğu gibi. Bu nedenle beyzbol yerine futbolu koyarak düşünmek yararlı olabilir film hakkında değerlendirmede bulunurken. Taraftarları ile takımları arasındaki ilişki “kutsal” sıfatını doğrulayacak kadar derin, tutkulu ve tartışılmaz; ama ilişkinin iki tarafı açısından bakıldığında ortada başka tanımlamalar da var: Profesyonelleştiği andan itibaren kulüp için taraftar sadece bir gelir ve bu geliri sürekli kılmak için gerekli olan motivasyon ve heyecanın aracıdır. Oysa taraftar için kulübü koşulsuz bir sevgidir temel olarak. Bir başka ifade ile söylersek, aynı ilişkiye bir taraf sadece maddî, diğer taraf ise sadece manevî değerlerle bakar. Buna rağmen, taraftar için öyle bir bağlılık söz konusudur ki bu çarpıklık ne sorgulanır ne de sorgulanmasına izin verilir. Bu çarpıklığın en önemli göstergelerinden biri de oyuncular ve onlarla taraftar ve kulüplerin ilişkisidir. Bir gün takımı için adeta bir kutsal savaşın askeri konumunda görülen ve kendisi de bu konumdaymış gibi hareket eden oyuncu, ertesi gün bir başka takımın taraftarı için aynı konumda olabilir ve eski takımının taraftarlarınca lanetlenebilir. Bugün bir soyunma odası konuşmasında göz yaşartan kutsal motivasyon araçlarının parçası olan oyuncu yarın bir başka takımın (kutsal savaştaki rakibin) tarafında aynı motivasyona sahip olabilir. İşin ilginç yanı bunun tüm taraflarca doğal kabul edilmesidir; çünkü endüstrileşen, kapitalizmin bir aracına dönüşen her unsurda olduğu gibi, tüketimin ihtiyaçtan bağımsız olarak sürmesi zorunludur ve bunun için gerekirse o ihtiyaç yaratılır.
Bennett Miller’ın filmi üstteki tüm konuları konuşmak için ideal bir hikâyeye sahip aslında ve zaman zaman bu meselelerle ilgili sözleri ve eylemleri de görüyoruz hikâye boyunca. Ne var ki bir Amerikan filmi olarak bunları en fazla sadece ortaya atmakla yetiniyor film ve konsantrasyonunu asıl olarak “başarı hikâyesi”ne veriyor: Küçük bütçeli kulüp denenen yeni takım kurma yöntemi ile başarılı olacak mı? Oysa üzerine onca güzelleme yapılan; kan, ter ve gözyaşı dökülen bir “şey”in (burada beyzbolun) asıl olarak bir oyun olduğu; insanın doğaya ve kendisine karşı bir gelişme mücadelesinin aracı olarak insanlığı zenginleştirmesi ve takım sporlarında da dayanışma, paylaşma ve birlikte ilerleme ruhunu desteklemesi gerektiği unutulup gidiyor. Profesyonelleşme ile birlikte oyunun savaşa dönüştüğü çünkü savaşın asıl para getiren olduğunu anlatmak için çok uygun olan bir hikâyenin bu şekilde harcanması üzücü.
Filmin tüm o “uzmanlar”ı (bizdeki futbol yorumcularını düşünün) eleştirmesi ve bir vesayeti sorgulatması çok yerinde ve doğru; bunu yaparken yerine ne koyduğu ise tartışmalı. Sabermetics kabaca, oyuncuların oyun içindeki her türlü istatistiksel değerlerini öne çıkararak (hatta filme göre nerede ise tek kriter olarak onu kullanarak) takım kurma, yönetme ve oynatma yaklaşımı olarak tanımlanabilir. İnsanî olanın yerine bilgisayar algoritmalarını koymanın tarafında mı duruyor film, “bilimsel” olanın dışındaki her türlü faktörü dışlıyor mu hikâye; eğer öyle ise hikâyede “zorunlu” olarak karşımıza çıkan insanî unsurları (baba ile kızı arasındaki ilişki, soyunma odası konuşmaları, “Bana kimse bu şansı vermedi” sözleri vs.) nereye koymamız gerekiyor? Yatak odasında Platon’un posteri olan, Yale’de ekonomi okumuş ve istatistiklere dayalı yaptığı analizlerle takımı şekillendiren yardımcı karakteri için ne düşünmeliyiz örneğin? Film bunları değil, “herkes oyuncu satın alırken, kendileri galibiyeti satın almayı hedefleyen”lerin hikâyesini izlememizi istiyor sadece, bir Hollywood filminden bekleneceği gibi. Özetle söylemek gerekirse, “kerameti kendinden menkul olanlar”ın yerine bilimi mi koyuyor film ve eğer öyleyse insanî olanı unutalım mı diyor? İnsanın manevî zayıflıği ve kuvveti ile ilgili olan faktörler bu kadar önemsizse, o zaman insanların yerine yarın robotların o alanlarda oynamasını istemek de gerekmez mi? Ve son bir soru olarak, ana karakterin uğur getirsin diye maçı stadyumda seyretmemesini nereye koyalım bu yaklaşımda?
Beyzbolu seviyorsanız ya da en azından oyun hakkında bilginiz varsa kuşkusuz daha fazla zevk alacağınız bir film bu ama öyle olmasa da ustaca anlatılması ile yine de ilginizi çekebilir. Oyuncuların -profesyonellikleri nedeni ile hiç de aldırmış görünmedikleri bir şekilde- kısa bir telefon konuşması ile bir ticarî mal gibi alınıp satıldığı sahneler -film bunu doğal buluyor gibi görünse de- oldukça etkileyici ve profesyonelleştikçe insanlığını yitiren bir dünyayı tüm çıplaklığı ile getiriyor karşımıza. Oyuncuların bir ticarî mal muamelesi görmelerini umursamamasını “Para için değil, paranın söyledikleri için yani bu paraya değdiklerini duymak için” ifadesi ile açıklıyor film ki bunun inandırıcılığı size kalmış. Ünlü eleştirmen Roger Ebert film için yazdığı eleştirisini “Beyzbol bir iş. Sadece biz taraftarlar onu bir oyun olarak seviyoruz” cümleleri ile bitirmişti. Çok doğru bir tanımlama bu ve keşke film işte tam da bunun üzerinden ilerlese ve bu oyunun yerleştirildiği konum üzerinden temel bir sistem eleştirisine soyunabilseydi.
Yapımcıları arasında başroldeki Brad Pitt’in de bulunduğu filmde Pitt ve özellikle yardımcısı rolündeki Jonah Hill rollerinin hakkını verirken, Bennett Miller da hikâyeye yakışan sade yönetmenliği ile işini iyi yapmış görünüyor. Beyzbolun göbeğinde olduğu bir hikâyeyi oyunu hiç bilmeyenlerin de rahatlıkla seyredebilmesini sağlayacak senaryosunun da katkısı ile bu film, sorularının eksikliği ve ver(e)mediği cevaplara rağmen ilgi ile seyredilebilecek bir çalışma.
(“Kazanma Sanatı”)