Exil – Visar Morina (2020)

“Bu sözde kibar ve ikiyüzlü ülkede yabancı olmak hakkında hiçbir fikrin yok. Ya sana açık açık ırkçılık yaparlar ya da hümanist gözükmek için sana zihinsel özürlü biriyle konuşuyormuş gibi davranırlar. “Vay canına, yürüyebiliyorsun, ne güzel! Sayı saymayı da beceriyorsun, aferin! Üstelik karını da dövmüyorsun. Sen artık buralısın”.”

Kosova asıllı bir Alman mühendisin işyerinde yabancı olması nedeni ile yaşadığına inandığı ayrımcılık ve zorbalık sonucu bunalıma girmesinin hikâyesi.

Visar Morina’nın yazdığı ve yönettiği bir Almanya, Belçika ve Kosova ortak yapımı. Psikolojik drama olarak tanımlanabilecek bu filminde Morina pek çok unsurunu gerçekle hayal edilen arasında bıraktığı bir hikâyeyi çekici bir biçimde anlatırken, yabancı olmanın ve bir topluluk içinde hep bir şekilde dışarıda kalmanın yakıcı ve yıkıcı sonuçlarını getiriyor karşımıza. Hırvat asıllı Alman oyuncu Misel Maticevic’in olağanüstü sıfatı ile nitelenebilecek güçlü performansı ile de dikkat çeken film yan hikâyelerinin gerekliliği tartışmalı olsa da ve ikinci yarısında arada tekrara düşse de kesinlikle ilginç bir yapıt. Korkularımızın gerçekliği kadar ve hatta belki daha fazla olarak, o korkuların gerçekliğine inanmamıza neden olan koşulların var oluşuna odaklanan film “yabancı” olmak üzerine anlatılmış önemli hikâyelerden biri.

Amerikalı yazar Joseph Heller’ın “Catch-22” (Madde 22) adlı romanından uyarlanan aynı adlı filmde geçer, “Paranoyak olman takip edilmediğin anlamına gelmez” ifadesi. Çokça kullanılan ve Nirvana’nın “Territorial Pissings” şarkısında kullanılınca Kurt Cobain’e ait olduğu sanılan bu sözün karşılığı olabilecek filmlerden biri bu. Benedikt Schiefer’in kendi melodisini öne çıkarmaya çalışmayan, özellikle Amerikan filmlerinde rastladığımız türden havalardan uzak duran ve müziğin bir filmin hikâyesine nasıl önemli bir katkı sağlayabileceğini gösteren notalarının eşlik ettiği filmin ilk sahnesi Schiefer’ın bu çalışmasının hissettirdiği tedirgin bir hava ile açılıyor. Film boyunca sık sık yapacağı gibi kamera hikâyenin kahramanı Cafer’i takip ediyor ve onun evinin bahçe kapısına asılan bir ölü fareyi görmesi ile sona eriyor. Bir sonraki sahnede ise onu yer değişikliği yapıldığından haberi olmayan bir toplantı için boş bir odada yalnız başına beklerken görüyoruz. Ölü fare gerçektir ama kim bırakmıştır onu bahçe kapısına; toplantı için yapılan değişiklik herkes gibi ona da haber verilmiş ama onun e-posta ayarlarında bir problem olduğu için mi ulaşmamıştır ona bu bilgilendirme, yoksa o e-posta grubundan çıkartmış mıdır biri onu? Hayvanların deney için kullanıldığı bir şirkette çalışan ve fare fobisi olan mühendis Cafer’in “paranoya”sını destekleyen olaylar hikâye boyunca devam ederken senaryo bunların önemli bir kısmı için dışarıdan bakan birine anlamlı görünebilecek açıklamalar da sunuyor ve kahramanımızın bir Alman olan eşinin sözlerini de destekliyor: “Hayır, sadece yabancı olmandan kaynaklanmıyor olabilir diyorum. Belki de seni insan olarak sevmiyorlardır”.

Cafer’in psikolojisi özel hayatındaki bazı sorunlar nedeni ile de risk altındadır. Kayınvalidesi ile arası çok kötüdür ve bunun, kadının bir yabancı olduğu için kendisinden utanmasından kaynaklandığına inanmaktadır. Hikâye ilerledikçe paranoyası aldatıldığını düşünmeye de götürecektir onu, kendisi bu konuda hiç de masum olmasa da. Karanlık bir mizahî tarafı da olan filmin belki de en önemli yanı, Cafer’in düşündüklerinin gerçek olup olmadığını önemsiz kılan yaklaşımı. Bir yabancı olarak her an bir “güvercin tedirginliği” içinde yaşamanın ne demek olduğunu söylüyor bize film ve toplantıdaki toplu alkış sahnesini bir örneği olarak gösterebileceğimiz birden fazla etkileyici bölümle başarıyor bunu. Adamın yıllardır gitmediği Kosova’ya yerleşme fikrinin ortaya çıkması da onun kendisini dışlanmış ve çaresiz hissetmesinin sonucu kuşkusuz. Kosovalı olan Cafer’in ismini bir türlü anlayamayan ve telaffuz edemeyen iş arkadaşlarının onun Hırvat olduğunu düşünmesi de (başrol oyuncusunun da Hırvat asıllı olduğunu belirtelim tekrar) ilginç; Hırvatistan Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra ortaya çıkan ülkeler içinde Slovenya ile birlikte kendisini Batı dünyasına en yakın hisseden ülke ve bir anlamda sıradan bir Batılının gözünde “kabul edilebilirliği” Kosova’ya göre çok daha yüksek; dolayısı ile bu iki ülkenin ismi üzerinden kendisi de Kosova asıllı olan yönetmenin bir küçük oyun oynadığını ve “bir Hırvatın bile” Alman toplumunda yabancı kalacağını ve sıradan bir Batılının gözünde hepsinin aynı olduğunu söylediğini düşünebiliriz.

Visar Morina sakin bir dille anlatıyor hikâyesini; kamera özellikle Cafer’i iş yerinin koridorları boyunca takip ederken hareketli olsa da, teknik oyunlardan uzak duruyor yönetmen ve -paranoyasında haklı ya da haksız- adamın psikolojik olarak bir çöküşe doğru ilerlemesini özenle sergiliyor. Fare fobisi olan adamın koridorlardaki tüm o hareketlerini adeta bir fareninkini hatırlatacak biçimde gösteren yönetmen, tam da bu sakin dili sayesinde fareli kâbus sahnesini ve bir intihar ânını bu denli ürkütücü kılabiliyor birdenbirelikleri ve ayrıksılıkları üzerinden. Buna karşılık Morina’nın senaryosunun aksadığı yerler de var. İş yerindeki Kosovalı temizlikçi ve ailesi üzerinden ilerleyen yan hikâye ve Cafer’in dayısının yaşadıkları hikâye ile yeterince organik bir biçimde örtüşmüyor ve birincisi kendi başına neredeyse ayrı bir filmi hak edecek kadar ilginç ve ikincisi de trajik olmasına rağmen filmi dağıtıyor bir parça. İntihar eden adamın eşinin ziyareti de -hikâyenin bazı noktalarını açıklamak gibi bir işlevi olsa da- çok gerçekçi görünmüyor açıkçası.

Kapanış jeneriğinde Arnavut asıllı İsviçreli sanatçı Elina Duni’nin kendi adını taşıyan dörtlüsü ile birlikte seslendirdiği “Unë Dë Konër, Ti Në Kodër” adlı geleneksel şarkıyı dinlediğimiz filmde görüntü yönetmeni Mateo Cocco’nun kamerası hikâyenin kahramamanını sık sık omuz çekimleri ve yakın planlarla karşımıza getirir ve koridorları onu bir labirent içindeki fare gibi gösterecek şekilde görüntülerken kayda değer bir başarı göstermiş. Cafer’in eşi rolündeki Sandra Hüller, iş yerindeki oda arkadaşını oynayan Thomaz Mraz ve özellikle kahramanımızın yaşadığı tüm şeylerin sorumlusu olarak gördüğü Urs’u canlandıran Rainer Bock’un başarılı performanslarla eşlik ettiği başroldeki Misel Maticevic şüphesiz filmin en önemli kozlarından. Oyuncu, “sakin güç” nitelemesinin sinema oyunculuğunun karşılığını üretmiş yalın performansı ile.

(“Exile” – “Yabancı”)

(Visited 190 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir