“Neden herkesin ezik bir insan olduğunu düşünmesini istiyorsun?”
Bir boşanmanın sonucu olarak 11 yıldır görüşmeyen bir baba ve kızının yıllar sonra tekrar karşılaşmalarının hikâyesi.
Mia Hansen-Løve’un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Fransız sinemacının ilk uzun metrajlı filmi olan yapıt bir boşanmanın öncesi ve sonrasında yaşananları ele alırken, yapılan hatalar ve alınan yanlış kararların kaybettirdikleri üzerine zarif ve hüzünlü bir hikâye anlatıyor. Görsel yaklaşımı ve dili ile, öykünün trajik denebilecek yaklaşımına bilinçli bir zıt duruş sergileyen film doğallığı ve adeta tamamı ile gerçek bir hikâye seyrettiğinizi düşündürtecek dürüstlüğü ile de ilgiyi hak ediyor.
Film 2005 yılında intihar ederek hayatına son veren Fransız yapımcı ve oyuncu Humbert Balsan’a ithaf edilmiş. Avrupa Film Akademisi’nin başkanlığını da yapmış olan Balsan -ölümü nedeni ile yarım kalsa da görevi- bu filmin de yapımcısıymış başta ve Mia Hansen-Løve ona olan saygısını bu ithafla göstermekle yetinmeyip, bir sonraki filmi olan “Le Père de Mes Enfants”ın senaryosunu yazarken onun hayat hikâyesinden yola çıkmış. Yönetmenin kendisi de 20’li yaşlarındayken ebevyenleri boşanmış, dolayısı ile bu filmde kendi duygularından ve tecrübelerinden yola çıktığını söylemek mümkün ama burada çocuk çok küçük yaştayken ayrılan bir baba ve kızının ilişkisi(zliği) söz konusu. Belki filmin en önemli yanı, her ne kadar bir boşanmanın neden olduğu bir bireysel ilişki problemini anlatıyor olsa da, aslında bir “yitirilen zaman” (veya “kayıp zaman”) öyküsü olarak da değerlendirilebilecek olması. Annenin -babanın sorunlarının da neden olduğu- tercihi ile on bir yıl boyunca hiçbir temasları olmayan bir genç kız ile babasının yitirilen onca zamandan sonra bir yakınlığı, bir ilişkiyi inşa edip edemeyeceklerini sorguluyor ve bize de sorgulatıyor öykü. Filmin bu kayıp duygusunun altını kalın çizgilerle çizmemesi ve finali bazı seyircileri mutlu etmeyebilir ama anlaşılan Mia Hansen-Løve bir mesaj ya da bildiri vermek yerine, bir durumu göstermeyi seçmiş ve açıkçası filmin genel havası içinde bakıldığında da doğru bir yaklaşım olmuş bu.
Avusturyalı bir kadın ile Fransız bir erkeğin evliliklerinin hikâyesi olarak 1995 yılında ve Viyana’da başlayan film, 11 yıl sonra Paris’te bu erkek ile kızı arasındaki bir öykü olarak devam ediyor. Son günlerde pek üretemeyen bir şairdir Victor (Paul Blain) ve öğretmenlik de yapmaktadır zaman zaman. Eşi Annette (Marie-Christine Friedrich) ise kocasının aksine güçlü bir karakterdir ve trajik bir olaya kadar, kocasının uyuşturucu bağımlılığından da haberdar değildir. Evlilikleri önce sallantıya girip, sonra da tamamen dağıldığında erkek ne kadını yanında tutabilecek ne de kendi ayakları üzerinde durabilecek güce sahiptir; kadın ise kendisini sevse de hırpalayan adamla bağını kopardığında küçük kızını da (bu karakterin çocukluğunu oynayan Victoire Rousseau ve genç kızlığını canlandıran Constance Rousseau gerçek hayatta kardeşler ve ikisi de ilk kez bir sinema filminde rol almışlar) alarak uzaklaşır onun hayatından. Bundan sonrası baba ile kızı için, birlikte çok iyi zaman geçiren ve iyi bir ilişkileri olan bu iki insan için, 11 yıllık bir ayrılık anlamına gelecek ve hikâyenin son bölümü bu uzun kaybın üzerine yeniden bir ortak hayat kurulup kurulamayacağı üzerinden ilerleyecektir.
Kabaca ikiye ayırabileceğimiz hikâyenin ilk bölümünde bir evliliğin dağılışı, ikinci bölümünde ise ayrılığın yok ettiği bir baba-kız ilişkisinin yeniden yaratılma(ma) süreci anlatılıyor. Yönetmen Mia Hansen-Løve bu hikâyeyi anlatırken etkileyici sahneler yaratmanın peşinde koşmuyor hiç; bunun yerine, doğallık ve gerçekçiliği yaratmaya soyunuyor tüm öykü boyunca ve kesinlikle başarıyor da bunu. Tercih edilen bu sadeliğin dramatik anların peşinde koşan seyirciyi tatmin etmeme ihtimali yüksek ama hikâyenin hiçbir telaşa kapılmadan, doğal bir tempo ile anlatılması filmi en değerli kılan yanlarından biri aslında. Böylece sağlam bir gerçekçilik elde ediyor film ve dikkatli / özenli bir seyirciyi tanık olduğunun içtenliği ile etkileyebiliyor. Final karesi ile de tekrarlanan bu seçim bir parça hüzün de barındıran bir doğallık ile filmin en çekici unsurlarından birini oluşturuyor.
İlginç bir soundtrack seçimi var filmin. Orijinal müzik yerine -bir gece kulübü sahnesi hariç- hemen hep eski şarkılar tercih edilmiş. Örneğin hemen açılışta folk şarkıcısı Matt McGinn’in sesinden dinlediğimiz “Coorie Doon” (Madencinin Ninnisi olarak da biliniyor) bir İskoç folk şarkısı. Bir annenin çocuğuna madenci babasının zor hayatını anlattığı bu şarkı bir umut da barındırıyor içinde. The Black Country Three adındaki gruptan dinlediğimiz bir İngiliz (ve İskoç) folk şarkısı “The Three Ravens”, Rory ve Alex McEwen adlı kardeşlerden dinlediğimiz İskoç folk şarkısı “Marie Hamilton” gibi yine hayli ilginç ve filme farklı bir hava katan seçimleri olmuş yönetmenin. Bu üç şarkının da “Child Ballads” adı altında toplanan şarkılar olması, hikâyenin bir baba ve çocuk ilişkisi (varlığı ve yokluğu) üzerinden anlatıldığını düşününce bir hayli anlam kazanıyor elbette ve klasik eserlere de uzanan tüm müzik seçimleri ile birlikte filme çekici ve kırılgan bir hava katıyorlar. Alman şair Joseph von Eichendorff’un “Zwielicht” adındaki şiiri de hikâyenin temasının bir sembolü olarak akıllıca kullanılmış; şiir alaca karanlığın belirsizliğini sevginin ve arkadaşlığın alegorisi olarak kullanması ile bilinen bir yapıt ve burada babanın kızına yazdığı mektubun bir parçası olurken, kaybın ve yeniden doğumun sembolü işlevi görüyor.
Baba ve kızının iletişim aracı olarak mektuplaşmalarının da hikâyenin eski usul zarifliğine uygun düştüğü filmde tüm başrol oyuncuları sade performanslarla karakterlerinin gerçekçi görünümünü güçlü bir biçimde desteklemişler ve tıpkı yönetmenin sinema dili gibi, onların oyunculukları da vurgulamaktan çok olan biteni olduğu gibi yansıtmayı tercih eden doğru tonu tutturmuşlar. Pascal Auffray’in görüntüleri de hayli başarılı ve taşrada kırlık bölgede geçen sahnelerde izlenimci bir bakıştan izler taşıyan içeriği ile filme çok yakışan bir pastoral hüzün yaratıyor adeta. Indiewire’a verdiği röportajda “Benim için sinema cevaplar değil, sorular hakkındadır. Eğer cevaplarım olsaydı, film yapmazdım” demiş. İşte bu yapıt da bu söylemle birebir örtüşüyor: Zaman, zamanın geçişi, zamanın acıları / hataları iyileştirip iyileştiremeyeceği ve gerçek bir bağışlanmanın mümkün olup olmadığı üzerine bir hikâye anlatırken mutlak cevaplar sunmuyor seyirciye; sunduğu finalin sadece bu hikâyeye özgü olduğunu hatırlatacak bir biçimde soru(n)ları ortaya koyuyor ve finalde genç kızın çıktığı yürüyüşün “belirsizliği” gibi bize bırakıyor gerisini. Kaçırılan fırsatların ve yitirilmemesi gereken umutların hikâyesi olan bu zarif yapıt kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma.
(“All is Forgiven” – “Her Şey Bağışlandı”)