“Bir daha sevebileceğime ihtimal vermiyordum… seni seviyorum”
Ailesinin evlenmesini beklediği bir kadın ile çekici komşusu arasında kalan ve geçmişindeki aşk acısının etkisini hâlâ taşıyan bir adamın hikâyesi.
Senaryosunu James Gray ve Ric Menello’nun yazdığı, yönetmenliğini Gray’in yaptığı bir ABD filmi. Dostoyevski’nin 1848 tarihli “Belye Nochi” (Beyaz Geceler) adlı hikâyesinden serbest bir biçimde esinlenen senaryo huzur ve sakinlik vaat eden bir sevgi ile güçlü bir arzu arasında sıkışan ve depresyonun etkisindeki bir adamın öyküsünü, başroldeki Joaquin Phoenix’in komplekslik ile doğallığı birlikte içeren güçlü performansı ile karşımıza getiriyor. Amerikan sinemasından çok Avrupa sinemasına yakın duran film dram ile romantizmi başarılı bir biçimde dengelemiş görünen bir yapıt ama sonuçta Hollywood kökenlerinden ve senaryosundaki bazı gerçekçilik sorunlarından da yeterince sıyrıl(a)mayan bir çalışma.
Sessizliğin ve yavaşlatılmış görüntülerin gizemli ve hüzünlü bir zarafet kattığı bir sahne ile açılıyor film. Leonard (Joaquin Phoenix) babasının kuru temizleme dükkanında ona yardım eden, bipolar rahatsızlığı bulunan ve depresyonu nedeni ile ilaç kullanan bir adamdır. Açılış sahnesinde yaşananların endişelendirdiği ailesi onu babasının bir iş arkadaşının kızı (Vinessa Shaw) ile tanıştırmak istemektedir. Tam da o günlerde Leonard hayli çekici ve kendi sorunları da olduğunu öğreneceğimiz bir komşusu (Gwyneth Paltrow) ile tanışır ve süratle onun çekiciliğine kapılır. Bundan sonrası gerçek bir sevgi ile gerçek bir tutkunun karşı karşıya gelmesinden doğan bir çatışmanın içine düşen adamın yaşadıkları olarak ilerliyor. Kendisi de Rusya kökenli yahudilerden olan James Gray ilk filmi “Little Odessa”da olduğu gibi yine, bölgede yaşayan Rus kökenliler nedeni ile “Little Odessa” adı ile de bilinen Brighton Beach’de geçen bir hikâye getiriyor karşımıza yapımcıları arasında da yer aldığı bu yapıtta.
Her ikisi de genetik bir rahatsızlık olan Tay-Sachs hastası olduğundan, çocuklarının ergenlik çağından önce büyük bir ihtimalle ölmelerine neden olacak bu problemle doğacağını öğrenince nişanlısı tarafından terk edilmiştir Leonard. Oldukça büyük bir travmaya neden olmuştur bu terk edilme ve adamı intihar girişimine kadar sürüklemiştir. Aslında hayli eğlenceli ve karizmatik bir adamdır Leonard ama depresyonun da güçlü etkisi altındadır. Hobi olarak çektiği siyah-beyaz fotoğrafların insansızlığında da kendisini göstermektedir ruh hâli. James Gray ve Ric Menello’nun ortak senaryosu sinemada en iyi karşılığını Luchino Visconti’nin 1957 tarihli filmi “Le Notti Bianche”de (Beyaz Geceler) bulan Dostoyevski öyküsünü yola çıkış için bir esin kaynağı olarak kullanmış ve onunla pek de ilgisini korumamış. En önemli çekicilik kaynağı olarak Leonard karakterini kullanan ve bu hedefinde Joaquin Phoenix’in sağlam performansından önemli bir destek alan filmin hem güçlü hem zayıf yönlerini de bu karakter oluşturuyor.
Vinessa Shaw’ın oynadığı Sandra ne kadar garantili bir tercihse, Gwyneth Paltrow’un Michelle karakteri bir o kadar riskli görünüyor. Leonard’ın bu iki kadın arasında gidip gelmesi adamın kendi ruhsal durumu açısından bakıldığında öyküye önemli bir çekicilik katıyor ama onun özellikle Michelle ile olan ilişkisinin başlarındaki sağlam duruşu çok da gerçekçi görünmüyor. Kendisi travmalı ve ruhsal denge problemi olan bir adamın sorunları olan bir kadına tanık olduğumuz desteği gerçekten verebilmesi ya da bulundukları durumu yönetebilme becerisi göstermesi pek mümkün değil açıkçası. Neyse ki Phoenix, karakterini fiziksel ve ruhsal olarak o derece güçlü bir biçimde almış ki üzerine onu seyrederken bu problemleri rahatlıkla görmezden gelebilirsiniz. Depresif beden hareketlerinden üç kadına bir arabanın içinde şov yaptığı sahneye, Michelle’in bir arkadaşlık olarak gördüğü ilişkilerinde kendisinin hissettiğinin aşk olduğunu itiraf ettiği andan “kaçma planı”na kadar pek çok sahnede ustalığını gösteriyor oyuncu ve filmi performansı ile tek başına bile görmeye değer kılıyor.
Senaryonun dramla romantizm arasında zarif bir biçimde salınması ve hatta çok ufaktan bir mizah havasını bile doğal bir şekilde barındırabilmesi filmin bir başka önemli kozu. Leonard’ın Michelle’in evinde bir kapının arkasına saklandığı, vasat bir komediye yakışacak zorlama sahne bir yana bırakılırsa aşkın varlığı/yokluğu ve tutkunun çekiciliği ile güvenin rahatlatıcılığının çelişmesi üzerine olan hikâyesi, dramı arayanları da romantizmi isteyenleri de mutlu edebilecek bir içeriğe sahip. Kendisi hakkında duymak istediği sözleri -bunun farkında bile olmadan- başkasına söyleyen, bağlanma arzusu ile yanıp tutuşan ve genç bir ergen ruhundan kurtulamamış bir karakterin yaşadıklarını seyircinin ilgisini, her zaman olmasa da, ayakta tutacak şekilde anlatabilmiş Gray’in filmi. Finalde alınan kararın arkasında yatanlar ve bu kararın sürdürülebilirliği üzerinden yaratılan belirsizlikle de doğru bir seçim yapılmış. Bu finale eşlik eden opera eseri, doğal olarak çağrıştırdığı karakterin (ve belki de aslında onun temsil ettiği duyguların) gölgesinin varlığını sürdüreceğini ima ediyor bize sanki.
New York’un Amerikan sinemasının hep anlatageldiği gibi, sadece büyük karakterlerin büyük olaylar yaşadığı bir yer olarak değil, sıradan insanların sıradan yaşamlar da sürdüğü bir şehir olarak kullanılması filme dikkat çeken bir gerçeklik kazandırmış. Üç ana karakterin de hastalık/sağlıkla ilişkili yanlarının olması da filmi ilginç yanlarından biri: Leonard bipolar ve bunun için ilaç kullanıyor, Michelle ADHD’si (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) olduğunu söylüyor ve Sandra bir ilaç firmasında çalışıyor. Bu durumdan yola çıkıp, senaryonun adam için doğru seçimin Sandra olduğunu ima ettiği söylenebilir belki ama bu Gray’in sade ve zarif hikâyesine yakışmayacak kabalıkta bir sembolizm olur açıkçası. Buna karşılık, filmdeki mekân seçimleri daha şık bir sembolün sonucu olmuş gibi görünüyor: Sıcak ve yakınlıkların öne çıktığı sahneler genellikle iç mekânlarda geçerken, gerilimler ve ayrılıkların hâkim olduğu sahneler için dış mekânlar seçilmiş genel olarak. Hikâyenin ailenin “koruyuculuğu” (Leonard’ın evinin duvarlarındaki onca aile fotoğrafını düşünün) imasına uygun bir seçim bu. Gwyneth Paltrow’un kariyerinin en sağlam oyunlarından birini sergilediği filmde anne rolündeki Isabella Rossellini senaryonun kendisine oynayacak pek bir alan bırakmaması nedeni ile kendisini hak ettiği kadar gösteremiyor. Benzer şekilde Vinessa Shaw da onca sahnesine rağmen, Leonard’a ilgisini de açıklayamayan senaryonun ciddi bir ihmaline uğruyor ve karakterini geliştirme fırsatı bulamıyor. Özetlemek gerekirse; ince anlatımı, Joaquin Phoenix’in benzersiz performansı ve çocuk kalmış bir erkeğin romantizmle zenginleşen dramını anlatan hikâyesi ile hoş bir film bu.
(“İki Aşık”)