Orhan Pamuk’un ilk kez 1983’te yayımlanan ve Madaralı Roman Ödülü’nün yanında Fransızca çevirisi ile “Prix de la Découverte Européenne” (Avrupa Keşif Ödülü) ödülünü de kazanan yapıt, 1980 darbesinden hemen önceki yaz aylarında İzmit’teki Cennethisar adındaki hayalî bir sayfiye yöresinde geçen bir hikâye anlatıyor. Dönemin yoğun politik ortamını ve kendisini hep hissettiren terör gerçeğini, bir ailenin üç farklı kuşağından bireylerin artık eskiyen büyük bir evdeki birkaç günleri üzerinden anlatan kitap Türkiye’nin geçmişini, bugününü ve geleceğini bir arada okuyucunun önüne koymayı başarıyor çekici bir şekilde. Pamuk’un sık sık eleştiri konusu olan Türkçe probleminin de (yanlış/eksik noktalama işaretleri, tekrarlanan sözcükler vs.) kendisini gösterdiği kitap, karakterlerinin sembolizminin doğrudanlığının sıkıntısını da taşıyor. Ne var ki ülkenin birbirine sıkı sıkıya bağlı geçmişi ile geleceğini ustalıklı bir kurgu ile bir araya getiren kitap; “bir şey olacak” tedirginliğini hep diri tutan içeriği ve her bir bölümünde ana karakterlerden birini anlatıcı olarak kullanma yaklaşımı ile oluşan “çok sesli” tavrı ile kesinlikle önemli bir roman.
12 Eylül 1980 askerî darbesinden önceki Temmuz ayında, birkaç gün içinde yaşanıyor kitaptaki olaylar ama Osmanlı’nın son dönemlerine kadar geriye uzanan hikâye, her yaz olduğu gibi babaannelerini ziyarete gelen üç kardeş üzerinden ülkenin geleceğine de işaret ediyor. Orhan Pamuk hikâyenin geçtiği yöreye Cennethisar adını vermiş ve İstanbul’a çok yakın bu hayali sayfiye kasabasını İzmit’in Darıca ilçesinden ve özellikle de Bayramoğlu mahallesinden esinlenerek yaratmış. Tüm ana karakterler arasındaki kan bağını (bir kısmı baştan verilen, bir kısmı ise hikâye ilerledikçe ortaya çıkan bağlar bunlar) akıllıca tasarlamış Pamuk ve onların Cennethisar’daki sıcak birkaç yaz gününde yaşadıklarını, duygularını ve düşüncelerini hayli akıcı bir şekilde getirmiş karşımıza. Biri tarihçi bir akademisyen, biri sosyoloji okuyan bir üniversite öğrencisi ve sonuncusu da lisenin son sınıfında okuyan üç kardeşin Cennethisar’a, bakıcılığını üstlenen 55 yaşındaki bir cüce ile birlikte yaşayan babaannelerini ziyarete gelmelerini; birlikte geçirdikleri ve genellikle karakterlerin mutsuzluklarının ve aralarındaki -trajik bir geçmişe dayalı- gerilimlerin belirleyicisi olduğu olayları ve sessiz bir patlamayı okuma heyecanını hep diri tutarak anlatıyor Pamuk.
Otuz iki bölümden oluşuyor roman ve her bir bölüm karakterlerden birinin ağzından oluşturulmuş. Buradaki çok seslilik, Kurosawa’nın 1950 tarihli başyapıtı “Raşomon”daki türden değil; Japon ustanın Shinobu Hashimoto ile birlikte, Ryūnosuke Akutagawa’nın iki ayrı öyküsünden uyarladıkları hikâyede farklı karakterler aynı olayı kendi gerçekleri ile ve aslında hep yalan söyleyerek anlatırlar. Pamuk’un anlatıcıları ise aynı olayın değil, bir olayın birbirini takip eden parçalarının anlatıcısı oluyorlar ve yalana hiç sığınmadan yapıyorlar bunu. Bir başka şekilde ifade edersek, karakterlerden birinin bıraktığı yerden diğeri alıyor sözü çoğunlukla bu bölümlerin her birinde ve olan bitenler kronolojik bir şekilde çıkıyor okuyucunun karşısına. Bölümlerin içinde karakterlerin düşünsel olarak geçmişe dönüp, hatırladıklarını ve bazen de hatırladıklarını yorumladıklarını görüyoruz ama geriye doğru bu yolculuklar hikâyenin kronolojik yapısını değiştirmiyor. Bu tercihlerin de katkısı ile, fazla sayıdaki karakterine rağmen olay örgüsü sadeliğini hep korurken, okunma hızını da hiç düşürmüyor. Üstelik birden fazla karakter arasında geçen konuşmalar sırasında karakterlerden birinin (o sırada anlatıcı olanın) zihninden geçenleri de (ve hatta onun geçmişteki bir başka konuşmasını da) aynı anda dile getirmesine rağmen, anlaşılırlığını ve yalınlığını koruyor Pamuk. Bu son durumun en güçlü örneği, doksan yaşındaki babaannenin mezarlık ziyareti bölümü. Orhan Pamuk burada iki farklı ânı iç içe geçirirken, müthiş bir anlatım ustalığı ile okuyucuyu sarsacak güçte bir etki yakalıyor.
Karakterlerin her birinin, hem o dönemin hem de geçmişten o güne ve geleceğe sarkan dönemlerin açık birer sembolü olarak kullanılması dikkat çekiyor. Üç kardeşten büyüğü olan Faruk, çaresiz ve arada kalmış bir Türk aydınının pasifliğini gösterirken, kız kardeşi Nilgün bir komünist ve en küçük kardeş olan Metin de Özal ile ekonomide başlayan ve darbeden sonra ivmesi artarak toplumsal alana da yayılan liberalizmin sembolleri olarak kullanılmış. Uzun süre önce ölmüş olan büyükbaba Batı hayranlığının ve topluma tepeden inme bir düzen getirmeye soyunan jakobenliğin eleştirisini üretmek için kulanılırken, Pamuk’un tam da sevdiği türden bir Kemalizm eleştirisi yapmasına da olanak sağlıyor. Bunun dışında büyükannenin, kendisine dikte edilen yaşam altında ezilen Türk toplumunun ve onun, hissettiği mağduriyet ile verdiği yanlış tepkilerin ve yaptığı yanlış seçimlerin sembolü olduğu açık. Bir diğer karakterin de, 12 Eylül öncesinin ülkücülerinden biri olarak, ülkenin sonraki yıllarında yaşanan olumsuzlukların yaratıcılarından birine dönüşeceğinin hissettirilmesi de yine günümüze kadar uzanan karşılığı olan bir gönderme yaratma çabasının sonucu. Aslında bu veya diğer karakterlerin hiçbirini yargılamıyor Pamuk ve zaten onların -nedense Nigün hariç- tümünü anlatıcı yaparak, bir bakıma kendilerini izah etmelerine olanak veriyor. Burada belki büyükbaba karakteri bir istisna olabilir; hemen hep babaannenin hatırladıkları üzerinden okuyucunun karşısına çıkan adam, Pamuk’un “Öteki Renkler” adlı eserinde yazdığı gibi, evet küçümsenmiyor ama 30 yılı aşan bir süre boyunca yazmaya soyunduğu ve toplumu birden bire Batılılaştıracak ansiklopedisi üzerinden absürt bir kişi olarak gösteriliyor. Buradaki eleştirinin, Türkiye’yi Jakoben bir yaklaşımla ve halkın “gerçek değerler”inden uzak düşerek dönüştürmeye soyunan Cumhuriyet aydınlarına ve Kemalizm’e olduğu açık. Sonuç olarak söylemek gerekirse, karakterlerin sembolik bir anlam taşımaları elbette ve kesinlikle yanlış değil bir edebî eserde ama burada işin bir parça kolayına kaçıldığını ve sembolizmin kitaba az da olsa zarar verecek bir şekilde, fazla açık ve doğrudan olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.
Kendisini “yarım yamalak İngilizcesi” ile Ulysses kitabına önsöz yazdığı için arkasından eleştiren Orhan Pamuk’a karşılaştıklarında şöyle söylemiş Enis Batur: “Ben senin yarım yamalak Türkçenle roman yazmana karışıyor muyum?”. Hak edilmiş olsa da, oldukça sert bir eleştiri bu kuşkusuz ama Pamuk’un sorunlu bir Türkçesi olduğu da açık. Burada da öncelikle noktalama işaretlerinin yanlış kullanımı veya unutulmuş olması dikkat çekiyor. Noktalı virgül diye bir noktalama işareti olduğunu unutmasaydı Pamuk, virgüllerin abartılı ve yanlış kullanımının neden olduğu karmaşaların çoğu ortadan kalkarmış örneğin. Aslında gerek bu türden örnekler, gerekse 17*27’nin 513 etmeyeceği gibi yanlışlar bir editör eksikliğinin de (ya da editör müdahalesine müsaade edilmemiş olmasının da) göstergesi olsa gerek. Karakterlerin dilinin değil, yazarınkinin sorunlu olduğunun kanıtı olan farklı örnekler var kitapta: Almanya’da çalışan Türk işçilere “Almanyacı” değil, “Almancı” denir(di) örneğin; lisenin son sınıfındaki bir öğrencinin, hayalini anlatırken “Yurttaş Kane gibi bir hayat sürüyordum” demesi ise hiç de gerçekçi değil elbette. Bir sözcüğün aynı cümle içinde tekrarlanması gibi problemlerin yanında, “… birçok düşünce düşünüyorsun” gibi bozuk Türkçe kullanımlarına da rastlamak mümkün roman boyunca.
Büyükbabadan oğluna ve ondan da torunu Faruk’a geçen aydın özelliğinin genellikle kendini tüketmeye varan bir çaresizliğe ve uyumsuzluğa işaret etmesi ile aslında Türk toplumuna ve aydın – halk çelişkisine hayli karamsar bir bakışı olan romanda Orhan Pamuk sevdiği bir oyunu da oynamış: Geçmişte, aslında var olmayan bir unsur/olgu yaratmak. Burada da “Üsküdar’daki cüceler evi” veya Faruk’un arşiv çalışmaları üzerinden peşine düştüğü “İzmit’teki veba salgını” bu tür bir geçmiş yaratma oyununun aracı oluyorlar ve romanın da doğal bir parçası olarak yaratılmalarının sayesinde kitaba değerli bir çekicilik kazandırıyorlar. Faruk’un Osmanlı dönemi arşivlerinde okuduğu ve defterine aktardığı “hikâye”ler ise bizler için de çekici olmakla birlikte, anlaşılan sadece Faruk değil, Orhan Pamuk da kaptırmış kendini bu hikâyelere ve oldukça fazla kullanmış onları dozu kaçırarak. Ülkücü militan üzerinden trajikomik bir mizah yaratan Pamuk’un kitabın sonlarında bir vefat ilanı üzerinden ürettiği Aşk-ı Memnu göndermesi ise hiçbir okuyucunun kaçırmayacağı içeriği ile bir gülümseme yaratıyor ve -gerekliliği tartışmalı bir- renk katıyor kitaba ama bu referansın işlevi pek açık değil.
“Öteki Renkler” adlı yapıtında, “Sessiz Ev”in esin kaynağının hukuk eğitimi almak üzere Berlin’e giden dedesinin anneannesine yazdığı mektuplar olduğunu açıklayan Pamuk, kitabı bir parça mesaj kaygılı şu cümlelerle bitiriyor: “Hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna, bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin…”. Bu roman da tıpkı bu ifadelerle anlatıldığı gibi “anlaşılmaz olanı ve hayatı” -yeniden değil ama- anlamak, en azından o yönde bir adım atabilmek için okunması gereken eserlerden biri. Genel olarak karakterlere eşit mesafede durmaya çalışan Pamuk’un evdeki bakıcı cüce karakteri üzerinden yarattığı hümanist sesi ülkenin Batı ile Doğu arasındaki sıkışmışlığı, yüzleş(e)mediği travmaları ve savrulup durmasına karşı bir çözüm yolu olarak işaret ettiği kitap edebiyatımızın önemli örneklerinden biri kesinlikle.