“Hayatımın değiştiğini hissediyorum. Tek ihtiyacım bir yöndü. Yıllar geçer ve sürüklenip gidersin sadece. Sonra bir şeyler değişir. Değişme yeteneği olan biriyim ben. İyi bir insan olabilirim. Hayatımın ortasında, yaşamak için ne tuhaf bir şey! Ne şans!”
New York’un zenginlerine torbacılık yapan ama işini bırakmayı düşünen, eski sevgilisi ile uzun bir aradan sonra karşılaşınca yaşamını daha yoğun bir şekilde sorgulayan bir eski bağımlının hikâyesi.
Paul Schrader’in yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Şiddet dolu bir dünya ile yalnızlık arasındaki ilişki üzerinden ilerleyen film, hikâyesi özellikle ikinci yarısında bir suç filmine dönüşse de sakin temposunu hep koruyan; gerilimini ve heyecanını olan bitenden çok, baş karakterinin varoluşçu sorgulamaları üzerinden üretmeyi tercih ederek farklı bir yol seçen ve Willem Dafoe ve Susan Sarandon başta olmak üzere kadrosunun yalın performansları ile zenginleşen ilginç bir yapıt. Schrader’in aksiyon ve tempo tercihleri filmin seyirciden hak ettiği ilgiyi alamamasına yol açmış anlaşılan ama 1990’ların gözden kaçan bu hikâyesi ilgiyi kesinlikle hak eden, gerçekçi ve alçak gönüllü yapısı içinde kayda değer bir karakter incelemesi sergileyen bir yapıt.
2010’da hayatını kaybeden Amerikalı müzisyen Michael Been’in film için hazırladığı şarkılardan biri olan “World on Fire”ın eşlik ettiği açılış jeneriği ile başlıyor film. Gecenin neon ışıklarının aydınlattığı ıslak bir yol üzerinde kayan kameranın çektiği görüntülerle açılıyor hikâye; sokakta çöpler ve yol kenarında da toplanmayı bekleyen çöp torbaları vardır. Kamera yükseliyor daha sonra ve bir büyük şehirde, New York’ta olduğumuzu anlıyoruz. Kayan kamera lüks bir arabanın ve arka koltukta oturan John LeTour’un (Willem Dafoe) bakışının yerine geçmektedir. Arabadan iner LeTour ve bir video dükkanında kendisini bekleyen bir adamla sessiz ve kısa bir buluşma gerçekleştirir. Biri diğerinin eline para, diğeri ise onun eline küçük bir uyuşturucu paketi tutuşturur ve alışveriş sona erer. LeTour, Ann (Susan Sarandon) adındaki bir kadın adına çalışan bir torbacıdır ve New York’un zenginleridir müşterileri. Kendisi de eski bir bağımlı olan LeTour yalnız bir insandır ve Ann’in uyuşturucu işini brakıp kozmetik işine girme planı ve bir tesadüf sonucu karşılaştığı eski sevgilisi (Dana Delany) rutin ve mutsuz hayatını sorgulamasına neden olacaktır.
Paul Schrader ilkinin sadece senaryosunu yazdığı, diğer ikisinin ise yönetmenliğini de yaptığı üç filmi “İşinden nefret eden yalnız adam” adı altında bir üçlemede toplamıştı: Martin Scorsese’nin yönettiği “Taxi Driver” (Taksi Şoförü, 1976), “American Gigolo” (Manken, 1980) ve “Light Sleeper” (Tavşan Uykusu, 1992). Filmlerin sırası ile taksicilik, eskortluk ve torbacılık yapan karakterlerin tümünün hikâyeleri, suç öğelerini de içine alarak zenginleşirken, yaptığı işten mutsuz ve geleceği ile sorgulamaları olan erkekleri ve “kendine ait bir oda”sı olan bireyleri anlatır. Bu filmde “Benim felsefem şu: Söyleyecek bir şeyin yoksa, söyleme” sözlerini sarf eden, mutsuzluğunun kendi varlığını sorgulamaya ittiği kahramanımız da diğer hikâyelerde olduğu gibi bir arınmaya varmaya, inandığı bir adaleti yerine getirmeye çalışıyor. LeTour’u farklılaştıran özelliği ise, onu medyumdan destek istemeye yönelten inanışları. Paul Schrader bekleneceğinin ya da hikâyenin genel havası açısından değerlendirildiğinde olması gerekenin aksine, öngörüsü yüksek bir medyumu oldukça ciddi bir hava ile karşımıza getiriyor ve hatta LeTour’un yıllardır görmediği eski aşkı ile peş peşe karşılaşmalarını sağlayacak tesadüfleri de oldukça doğal algılanacak bir şekilde kullanıyor. Bu seçim, sinemacının doğaüstünü öne sürme çabasından çok; torbacılık gibi tehlikeli, yasadışı ve kötü bir iş yapan kahramanın naif karakterini gösterme amacından kaynaklanıyor olsa gerek. Medyuma yapılan iki ziyaret ve bu ziyaretlerdeki diyaloglar, bir karakterin diğerine yıldız falına baktırmasını önermesi ve yasal açıdan geçerliliği tartışmalı bir nikâhı bir astrologun kıyması gibi farklı örnekler seyredip duruyoruz hikâye boyunca.
Bağımlılığın göbeğinde olduğu, üstelik farklı aşkların taraflarının bu işi çekinmeden ve kişisel çıkarları için yaptığı bir hikâyede uyuşturucu karşıtlığı ile ilgili bir nutuk atma kaygısına kapılmadan, bu maddelerin bireylerin hayatları üzerindeki irili ufaklı tüm olumsuz etkilerin sakin ama güçlü bir şekilde anlatılabilmesi dikkat çekiyor. Bu sakin güç genel olarak Schrader’in sinema dilinde de gösteriyor kendisini. Uzun ve kötü bir ayrılık sürecinden sonra tekrar bir araya gelme ihtimali olan iki insanı bir masada sohbet ederken gösteren kameranın, sahne içinde açı değiştirerek onları bir süreliğine bir sütun tarafından birbirlerinden tecrit edilmiş gibi göstermesi gibi bir parça klişe görünebilecek bir seçimin rahatsız edici olmamasında yönetmenin seyircinin üzerine gitmeyen yalın ve sakin sinemasının önemli bir payı var. Final bölümlerinde, hatta gerçekçilik açısından bir parça sorunlu olsa da, cezaevinde geçen son sahnesinde 1950’lerin Amerikan B tipi polisiyelerinin “ucuz” çekiciliğinin yakalanmış olmasını da filmin artıları arasına koyabiliriz rahatlıkla.
Ann adlı karakterin evinde televizyon ekranında bir süre gösterildiğine tanık olduğumuz film, Amerikan sinemasında deneysel filmleri ile bilinen Kenneth Anger’ın 1963 tarihli kısa filmi “Scorpio Rising”. Günümüzün ünlü yönetmenleri Nicolas Winding Refn ve Gaspar Noé’nin kendi sinemaları üzerinde önemli bir etkisi olduğunu belirttikleri bu filmin yaratıcısı Anger, Schrader’in de yakından takip ettiği bir isimdi ve anlaşılan bu sahne ile ona bir saygı gösterisinde bulunmak istemiş yönetmen. Alman sinemacı Wim Wenders’in, buradaki yönetmenlik çalışmasını Yasujirō Ozu’ya benzetmesi bir parça abartılı görünse de, Schrader’in “en kişisel filmim” olarak tanımladığı yapıtın, baş karakterleri sevilerek ve inanılarak anlatıldığı açık ve bu açıdan Japon ustayı hatırlattığı da doğru. Son bir sinema göndermesi olarak, hikâyenin özellikle finali ile Fransız usta Bresson’un “ahlak hikâyeleri”ni hatırlatmasını da ekleyebiliriz.
Susan Sarandon ve Willem Dafoe’nun Amerikan sinemasının güçlü oyuncuları olarak burada da filme önemli birer katkı sağladıkları rahatlıkla söylenebilir. Her iki oyuncu da, Schrader’in sade ve genelde sakin sinema dili ile çok iyi bir uyum gösteren performanslar sunarken; Dafoe karakterinin yalnızlık, yönsüzlük ve naifliğinin izlerini taşıyan ve orta yaş krizi olarak tanımlayabileceğimiz ruh hâlini inandırıcı ve hatta eğlenceli kılması ile ek bir takdiri hak ediyor. Sarandon’ın katkısının ise senaryonun onu ihmal etmiş olmasına rağmen yakalanmış olduğunu vurgulamakta yarar var. Hüznün, yılgınlığın, yorgunluğun ve bezginliğin kendilerini hep hissettirdiği ama yine de hoş bir hafifliği de olan filmin Ed Lachman imzalı görüntüleri, özellikle gece sahnelerinde neon ışıkları, yağmur ve “karanlığın” oluşturduğu büyükşehir atmosferini oldukça doğru ve çekici bir güçle yakalamış. Dozunda tutulmuş stilize yanı ile de dikkat çeken filmin Michael Been imzalı şarkılarının görsel unsurlarla müthiş bir uyum yakaladığını da belirtelim son olarak.
(“Tavşan Uykusu”)