La Signora Senza Camelie – Michelangelo Antonioni (1953)

“Oyuncu olmanın ne anlama geldiğini hiç düşündün mü? Büyük oyuncuların nasıl başarılı olduklarını kendine sordun mu hiç? Aşmak zorunda kaldıkları sıkıntıları biliyor musun? Yıllar süren eğitimler, umutlar ve hayal kırıklıkları… Şimdiye kadar sinema sana yüzeysel bir şöhret kazandırdı, seni kendini boş hissettiğin sahte bir dünyaya yerleştirdi”

Bir filmde üstlendiği yardımcı rolle birden yıldız statüsüne erişen ama yeni evlendiği ve kendisini keşfeden yapımcı da olan kocasının onu sanat filmlerinde oynamaya zorladığı bir kadın oyuncunun hikâyesi.

Michelangelo Antonioni’nin orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Antonioni, Francesco Maselli, Pier Maria Pasinetti ve Suso Cecchi D’Amico’nun yazdığı, yönetmenliğini Antonioni’nin yaptığı bir İtalyan filmi. Yönetmenliğe 1947’de çektiği ve Po nehri kıyılarında yaşayan İtalyanları anlattığı “Gente del Po” adlı kısa filmle başlayan Antonioni’nin ikinci uzun metrajlı filmi olan yapıt onun sonraki daha entelektüel ve sanatsal başyapıtlarının gölgesinde kalmış ama sinema dünyasına (özellikle de İtalyan sinema çevrelerine) ve “yıldız olma” olgusuna bakan ilginç bir çalışma. Milano’da tezgâhtarlık yaparken birden kendisini Cinecitta (1937 yılında İtalyan faşist yönetiminin “Il Cinema è l’arma Più Forte” (Sinema en güçlü silahtır) sloganı ile kurduğu ünlü sinema stüdyosu) dünyasında bulan genç bir kadının, bu dünyanın kendisini zorladığı popüler ve yüzeysel filmlerle kocasının yer almasını istediği ciddi filmler arasında kalmasının hikâyesini anlatıyor temel olarak. Kariyerinin başındaki kısa filmlerin taşıdığı “Yeni Gerçekçilik” havasından ilk uzun filmi “Cronaca di un Amore” (1950, Bir Aşkın Güncesi) ile uzaklaşan ama henüz kendisini sinemaseverlere tanıtan sonraki başyapıtlarının sanatsal dünyasına da varmamış olan Antonioni’nin bu “ara” filmi sinemacının yeteneklerinin izlerini taşıyan, konusunu hak ettiği saygı ve dürüstlük ile ele alan ve başroldeki Lucia Bosè’nin güçlü oyunculuğu ile parladığı bir çalışma olarak,sadece Antonioni hayranlarının değil, tüm sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor.

Film bir gece vakti tek başına ve endişeli bir şekilde dolaşan bir kadını göstererek başlıyor; 2020’de Covid-19’dan kaynaklanan nedenlerle hayatını kaybeden Lucia Bosè’nin canlandırdğı Clara’dır bu kadın. Sahnedeki tedirginliği artıran tepe çekiminin görüntülediği ve Giovanni Fusco’nun dramatik notalarının eşlik ettiği Clara, Milano’da tezgâhtarlık yaparken kendisini mağazada gören yapımcı Gianni’nin (Andrea Checchi) teşviki ile Roma’ya gelmiş ve popüler yıldızların olduğu bir filmde ana yardımcı oyuncu olarak (afişte adı üçüncü sıradadır) rol almıştır. Endişesinin nedeni, işte o filmin oynadığı ve önünde dolanıp durduğu sinema salonundaki seyircilerin kendisini beğenip beğenmeyeceği merakıdır. Sonuç çok iyidir, öyle ki bir sonraki filminin senaryosu o düşünülerek yeniden yazılacaktır. Gianni ise âşıktır kadına, kıskanmaktadır ve İtalyan sinemasının onun çekiciliğini seksi rollerde sömüreceğini düşünmektedir. Oldubittiye getirerek evlenir kadınla ve onu kendisinin yönettiği bir sanat filminde, “J’Anne d’Arc” rolünde oynatır. Sonuç ise hem ilişkilerinde hem de kadının sanat hayatında beklenmedik gelişmeler olacaktır.

Bir parça ateşli bir öpüşmenin sansüre takıldığı yıllardayız; Clara ise yıldız olmaya kararlıdır ve bir sahnenin deneme çekiminde erkek oyuncuyu şaşırtacak kadar gerçekçi öpüşür sette. Antonioni kendisinin hiç içine girmediği popüler İtalyan sinemasını ve onun, sanatı ve seyircileri en kolay sömürebileceği şekilde film çekme düzenine bir eleştiri aracı yapıyor Clara’nın yaşadıklarını. Kocanın kıskançlığı ve Clara’ya dikte ettikleri, ve sonra başka erkek karakterlerle olan ilişkilerinde kadının karşılaştığı tutumlar ise filme, kadınların “erkek egemen” bir düzendeki yaşamları üzerine gözlemlerini aktarma olanağını sağlıyor. Kocadan çapkın bekâr konsolosa ve sinema endüstrisindeki farklı isimlere tüm erkekler kadını, kontrol etmekten kullanmaya uzanan farklı yöntemlerle sömürüyor hikâye boyunca. Bu bağlamda filmin final karesindeki trajik kabullenmişlik görüntüsü ve söz konusu kendi kariyeri olduğu halde, kadının iki erkeğin tartışmasına karışamadığı sahne ise ayrı birer değer kazanıyor kuşkusuz.

İtalyan sinemasının bir başka usta ismi olan Luchino Visconti 1951’de çektiği “Bellissima” (Güzeller Güzeli) adlı yapıtında alt sınıftan bir kadının, küçük kızını ünlü bir yönetmenin filminin seçmelerine sokma çabasını komedi üslubu ile ve hayli başarılı bir biçimde anlatırken, Antonioni’nin iki yıl sonra çektiği filmi bir genç kadının (belki de artık büyümüş olan o küçük kızın) sinema endüstrisinde parlak bir yıldız olma çabasını ele alıyor. Antonioni hayli karanlık bir sinema sektörü çiziyor aslında; kadına önerilen ve kocanın oynamasına karşı çıktığı film Oğul Alexandre Dumas’nın 1848 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanacak olan “La Dame aux Camélias”dır (Kamelyalı Kadın). Antonioni, kocasının kadına bu filmde oynama izni vermemesinden yola çıkarak koymuştur filminin adını (Türkçe karşılığı ile “Kamelyasız Kadın”) ve sinema endüstrisinin kadına biçtiğinin ret edilme çabasına göndermedir bu. Kocanın, kıskançlığı bir yana, çabası bir bakımdan doğrudur aslında; çünkü sinema dünyası sömürü üzerine kuruludur. Örneğin bir yapımcı, kocanın önerdiği “J’Anne d’Arc” hikâyesine başta karşı çıkarken, şu düşünce akışı ile yumuşar sonradan: “Bana göre sinemanın formülü seks, siyaset ve din içeriyor, hepsi birlikte. Aslında… din var, siyaset de var… J’Anne d’Arc’ın hayatı… o da kadın sonuçta…”.

On yıllık bir dönemden ve sinemaya önemli başyapıtlar bıraktıktan sonra ortadan kaybolmaya başlayan ve Antonioni’nin de kariyerinin başındaki kısa filmlerle bir parçası olduğu Yeni Gerçekçilik akımına bir karakterin ağzından duyduğumuz bir cümle ile (“Neorealismo diye, her yerde çekim yapıyorlar” (Yeni Gerçekçilik akımının filmleri gerçek mekânlarda çekme kuralı)) göndermede bulunmuş film oldukça doğal bir şekilde ve konusunun sinema odağına uygun hareket etmiş. Kariyerinin daha sonraki filmlerinde kendisini modern insanın bunalımı, varoluş sıkıntısı ve yalnızlığı hikâyelerinin ustası olarak gösterecek bir yola sapan Antonioni burada melodrama da göz kırpan bir dram hikâyesini öne çıkarmış. Kadının bir aşk umudu ve inancı ile girdiği ve mutsuz sona eren ilişki (“Bu kadar korkunç olmasa, komik bile olabilirdi. Ben büyük bir aşkı düşlerken, o sadece bir oyuncu ile kaçamak yapmak istiyormuş… yaptı da…”) hikâyeye Antonioni’nin ilerideki yapıtlarında pek görülmeyecek bir ticarî sinema havasını taşırken, kadına öğüt veren bir erkek oyuncunun yaptığı konuşma ise adeta Antonioni’nin sinema manifestosu gibi durması nedeni ile çok doğru bir seçim olmamış.

Kendisinden önce Sophia Loren ve Gina Lollobrigida’ya önerilen ama onların ret etmesi ile filmde başrolü alabilen Lucia Bosè hikâyeye çok yakışan bir performans sunuyor baştan sona. Bir parça soğuk bir güzellik taşıyan ve tereddüt, hırs, umut ve umutsuzluk, kurulan ve yıkılan hayaller ve çaresizlik arasında gidip gelen karakterini sade ve gerçekçi bir oyunculukla canlandırarak filme önemli bir katkı sağlıyor Bosè. Yıldız olma arzusunun bunun için ödemesi gereken bedeli ve sahip olması gereken yetenekle ilgili eksikliği görmesine engel olan bir kadının hikâyesi bu ve Antonioni’nin de dönemin İtalyan sinemasının diline en yakın durduğu filmi belki de.

(“The Lady Without Camelias” – “Kamelyasız Kadın”)

(Visited 91 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir