Rauf – Soner Caner / Barış Kaya (2016)

“Usta, insanlar neden dağa çıkarlar?”

Bir marangozun yanında çırak olarak çalışmaya başlayan ve ustasının genç kızına âşık olan bir çocuğun, bir yandan tabut yaptırmak için gelen köylülerin dramlarına tanık olurken, diğer yandan sevdiğine pembe bir eşarp bulmaya çalışmasının hikâyesi.

Senaryosunu Soner Caner’in yazdığı, yönetmenliğini Caner ve Barış Kaya’nın üstlendiği bir Türkiye yapımı. Kars’ın bir köyünde yaşayan Rauf adındaki bir çocuğun “dağa çıkan” gençlerin varlığı ve yokluğunun kendisini devamlı hissettirdiği bir atmosferde aşkı ve sevmeyi öğrenmeye çalışmasını, bunun için de pembe rengin peşine düşmesini anlatan yapıt, bölgenin sert gerçeklerini ve trajedilerini bir çocuğun naifliği ile akıllıca birleştirmeyi başarıyor. Başroldeki Alen Hüseyin Gürsoy’un hikâyenin tüm yükünü başarı ile omuzladığı film tahmin edilebilir bir sona doğru ilerlese de ve sinemamızın nedense bir türlü kurtulamadığı bazı ufak tefek sorunları olsa da, kesinlikle başarılı bir çalışma ve ülkenin hassas bir sorununu hak ettiği dürüstlükle ele alması ile, ilgiyi hak ediyor.

“Bugün Son Günü Çocukluğumun / Aah En Güzen Yeri Bile Gelmemişti Oyunumun / Büyü Hadi / Hayat Zor Dediler / Canım da Aah Bize Hiç Sevmeyi Öğretmediler / Siyah Beyaz Duvarlar Ördüler / Canım da Aah Bize Hiç Pembeyi Öğretmediler / Bir Sabah Uyandım / Bu Hayat Bir Rüyaymış Meğer”. Bu sözlerin yer aldığı ve Model’in seslendirdiği “Büyü” adlı şarkı eşlik ediyor filmin kapanış jeneriklerine. Hem görsel hem içerik olarak siyah-beyaz bir dünyada yaşamak zorunda olan bir çocuğun pembeyi arayışını, ama bu renk kendisine öğretilmediği için “Pembe nasıl bir renk?” sorusunu sorup duran Rauf adında bir çocuğun hikâyesi bu. “Dağa çıkıp” geri dönmeyen çocukları için korku ve özlemle gözyaşı döken büyükler ve gecenin sessizliğini sık sık bölen silah sesleri ile dolu bir köyde yaşamaktadır Rauf. Film onun naif gözleri aracılığı ile o zorlu koşullarda yaşamanın ve sevgiyi hâkim kılmanın zorluklarını (ya da imkânsızlığını) anlatıyor dürüst ve açık bir şekilde. Sinemamız son dönemlerde çekilen ve “Kürt sorunu”na odaklanan filmlerde sık sık çocuk karakterleri öne çıkararak anlatmayı seçti hikâyelerini. Sorunun ülkenin sadece bugününü değil, geleceğini de ipotek altına aldığını, umudun adı olan çocukların ölüm, çatışma ve nefret ortamlarında büyümesinin o geleceği yok etmek demek olduğunu dile getirebilmek için doğru bir seçim bu kuşkusuz; öte yandan, masumiyetin, doğası ile taban tabana zıt bir ortama yerleştirilmesinin doğurduğu çelişkinin sağladığı etkileyicilikten yararlanıldığını da söylemek gerek. “Rauf” da aynı seçimleri yapmış ve ortaya çekici bir sonuç çıkmış.

Kar altındaki bir köyde, gaz lambasının aydınlattığı bir odada annesinin kucağına yatmış, silah seslerini korku ile dinleyen Rauf’un görüntüsü ile açılıyor film; bir sonraki sahnede ise bir evde masanın üzerine yatırılmış bir erkek cesedinin etrafında bekleyenleri görüyoruz. Bu görüntünün bağlandığı sahne ise Rauf’u okulda gösteriyor bize; öğretmen “millî duygular uyandırması için” bir Kore savaşı gazisini getirmiştir sınıfa. Ardı ardına gelen bu üç sahnede önce Rauf’un yaşadığı ortamı, sonra da bu ortamın dehşetini yaratan tarafları (gerilla ve devlet) gösteriyor bize film ve hikâyeye iyi bir giriş yapmamızı sağlıyor. Hikâyede ilk aksayan nokta Rauf’un sevdasının çıkış noktası ve gerçekçiliği; Kore gazisinin anlattığı hikâyedeki “sevdiğinden gelen mektup” bölümünün bu aşkı tetiklediği öne sürülüyorsa, bu hem inandırıcı değil hem de gerçekçi olduğunu söylemek zor. Kaldı ki Rauf’un yaşı ve sevdasının nesnesi Zana’nın kendisinden en az 10 yaş büyük olması bir sevginin açıklamasını yapamıyor bize.

Amatör oyuncuların performansı sinemamızın klasik problemlerinden biri olsa gerek. Genel olarak bir yetenek eksikliğinden söz edilemeyeceğine göre, bunun arkasında iki temel neden olabilir: Yönetmenin onların canlandırdığı karakteri yeterince önemsememesi ve bu nedenle bu oyuncuların eğitilmemesi (elbette zaman ve bütçe kısıtları da etkilidir bu sonuçta) ya da senaryonun onlara içselleştirebilecekleri bir doğallık sağlayamamış olması. Burada da bir sorun var bu konuda; yukarıda anılan okul sahnesinde öğretmenin, o kısa sahnesinde bile diksiyonunda bir zorlama var örneğin. Daha da önemli olan ise, başroldeki Alen Hüseyin Gürsoy’un üstün performansına karşın, arkadaşlarını canlandıran iki küçük oyuncunun zaman zaman (neyse ki her zaman değil) abartılı vücut dilleri ile oynamasına engel olunamamış olması. Çekiciliğini ve başarısını doğal ve gerçekçi olmasına da borçlu olan bir film için önemsiz olmayan bir problem bu elbette. Problemlerden söz etmişken, Kürtçe konusunu da dile getirmek gerekiyor. Kürtçeyi sadece minibüste çalan bir müzikte (ki burada da yolcular kendi aralarında hep Türkçe konuşuyor) ve camide imamın bayram vaazında duyuyoruz temel olarak. Oysa imamın da cemaate o dilde hitap etme ihtiyacı duymasının gösterdiği gibi, köyde yaşayanların anadili Kürtçe ve kendi aralarında doğal olarak da bu dili konuşmaları gerekirdi. Yönetmenlerin bu doğru görünmeyen dil tercihlerinin arkasındaki neden(ler) ne olursa olsun, filmin gerçekçiliğini zedeliyor bu durum.

“Rauf”un Vedat Özdemir imzalı görüntüleri üstün bir başarıya ulaşmış kesinlikle. Sürekli karın beyazının hâkim olduğu ve diğer hemen her şeyin siyah ya da gri göründüğü bir dünyada müthiş bir görsel estetik yakalamış film; bu takdiri doğru ve hak edilmiş kılan ise bir kartpostal güzelliğinin peşine düşülmeden yakalanmış olması bu estetiğin. Örneğin uzun süre önce giden ve geri dönmeyecek olan oğlunu umutla ve inatla bekleyen, açık bir alanda oturduğu sandalye üzerinde ve hiç konuşmadan sonsuza uzanan ufka bakan yaşlı kadının görüntüsü (özellikle de tipi altındaki) tüyler ürpertici bir güzellikte; ama filmin görsel değerleri sadece bu tür “fotoğraf”larla sınırlı değil. Hikâyenin başından sonuna üzerinde özenle düşünülmüş ama buna rağmen güçlü bir doğallığa da hep sahip olan bir görsel çalışmaya tanık oluyoruz. Finaldeki “pembe güzellik” de -her ne kadar Rauf’un yaşı için zorlama gibi görünse de- filme sıkı, çarpıcı ve evet, göz yaşartıcı bir kapanış sağlayan düzeyde.

Rauf’un İstanbul’un ne kadar uzak olduğunu hayal edememesi ve “Nasıl âşık olunur” türünden soruları hikâyenin gelişimi için gerekli gibi görünse de, pek gerçekçi değiller; tıpkı herhalde sadece o renkler üzerine konuşma sahnesini anlamlı kılmak için karşımıza çıkan onca yorgan görüntüsü gibi bu unsurlar da senaryoda başka türlü halledilmeliydilerı. Ne var ki bu ve benzeri diğer sorunlar çok da önemli değiller ve ancak titiz ve sorun arayan bir gözü bir ölçüde rahatsız edebilecek önemdeler. Sonuçta siyah ve beyaz olarak tasarlanmış, öyle kalması için de her türlü araca başvurulan bir dünyada pembe rengin (sevginin, umudun, geleceğin) peşine düşen bir çocuğun samimi bir hikâyesi seyrettiğimiz ve tüm o sorunların üzerini örtecek önemde bir meselesi var bu öykünün. Çocukluğun ve “romantizm”in, dramın ve karakterlerin trajik öykülerinin önüne geçmesine engel olacak incelikte kurulmuş denge, Zana’ya gelen mektubu yazanın kimliği ile ilgili sürpriz gibi etkileyici yanları da olan filme getirilebilecek en önemli eleştiri “pembeyi hayal edemeyenler”in trajik dünyasını yaratanlara hiç değinmemesi olsa gerek. Elbette bir durumu, hele böylesine hassas bir durumu sadece sergilemek bile çok değerli; ama hikâyenin eleştirel bir konumdan uzak durması filmi ulaşabileceği daha üst noktadan uzak tutuyor. Zamanın durmuş göründüğü, yağan karın daha da hareketsiz kıldığı siyah-beyaz bir dünyaya pembeyi getirmenin önemini hatırlamak için de görülmesi gerekli bir yapıt.

(Visited 94 times, 11 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir