“Ben ne zaman kendim olacağım?”
Rusya’ya bağlı bir federasyon olan Kuzey Osetya’nın küçük bir kasabasında babası ve erkek kardeşi ile yaşayan bir kadının, yaşadığı büyük şehirden geçici olarak dönen ağabeyinin gelişi ile bir çıkış umudu bulduğu sıkıştırılmışlığının hikâyesi.
Senaryosunu Kira Kovalenko, Anton Yarush ve Lyubov Mulmenko’nun yazdığı, yönetmenliğini Kovalenko’nun üstlendiği bir Rusya ve Fransa ortak yapımı. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün büyük ödülünü kazanan yapıt babasının, “kendisi olmasına izin vermediği” bir genç kadının özgürlük arayışını farklı erkeklerle ilişkileri üzerinden anlatan, feminist sinema örnekleri arasında değerlendirilebilecek ve görsel yanının içerikle çok güçlü bir biçimde örtüştüğü bir çalışma. Başrolde yer alan Milana Aguzarova’nın ilk ve şimdilik son sinema tecrübesinde bir belgeselde kendisi olarak kameranın karşısına geçmiş kadar rahat ve abartıdan uzak performansı ile dikkat çektiği film, finalinde birdenbire değişen görsel tercihleri ile seyirciyi -olumlu açıdan- şaşırtırken, hem “coğrafyanın kader olduğunu” hem de kadının toplumsal konumunun coğrafyadan bağımsız olarak da sorunlu olduğunu gösteriyor. Sade, gerçekçi ve bireysel bir hikâyenin arkasına toplumsal olanı da yerleştirebilen, siyasî bir bakışla da ele alınabilecek ilginç bir yapıt bu.
Kuzey Osetya-Alanya’nın da yer aldığı, Rusya’daki yedi federal bölgeden biri olan Kuzey Kafkasya Federal Bölgesi’nde büyümüş yönetmen Kira Kovalenko; hikâyesini anlattığı Ada’nın yaşadığı coğrafyadaki toplumsal koşullara bu nedenle oldukça hâkim bir isim ve bu ikinci sinema filminde yakaladığı sahicilik duygusunun ortaya çıkmasında bu durumun önemli bir payı olsa gerek. Ada’nın tüm duyguları, beklentileri, huzursuzlukları ve umutlarının seyirciye güçlü bir biçimde ve abartıdan en ufak bir iz taşımadan geçebilmesinde, oyuncu Milana Aguzarova’nın performansı ve yönetmenin, anlattığı hikâyeye hâkim olması ve ona inanması eş paya sahipler ve sonuçta karşımıza kayıtsız kalınmaması gereken bir yapıt çıkmış.
Görüntü yönetmeni Pavel Fomintsev hikâyenin mesele ettiği konulara ve yönetmenin sinema diline çok uygun kamera çalışmasında, sık sık yakın planlarla görüntülediği Ada’nın yüzünü filmin en önemli anlatım araçlarından birine dönüştürmüş. Açılış sahnesinde kalın hırkasının fermuarı burnunun üzerine kadar çekilmiş ve bir otobüs durağında birisini beklerken tanışıyoruz Ada ile. Yanına gelen ve peşinden hiç ayrılmayan erkek arkadaşı Tamik (Arsen Khetagurov) ve ardından da yine ablasına sıkı bir bağlılığı olan, ona anne de diyen küçük erkek kardeşi Dakko’yu (Khetag Bibilov) görüyoruz. Ada’nın hayatını çevreleyen erkekler sadece bu ikisi değildir; kendisi olmasına izin vermediği (bunun anlamını hikâye ilerledikçe öğreniyoruz) babası (Alik Karaev) ve durakta beklediği, büyük şehire çalışmaya ve yaşamaya gitmiş ağabeyi Akim de (Soslan Khugaev) varlıkları ve yoklukları ile genç kadının hayatında önemli birer etkiye sahiptir. Hikâyenin Ada dışındaki tek kadın karakteri, onun bakkal benzeri bir yerde birlikte birlikte çalıştığı Taira’dır (Milana Pagieva) ama bu kadının Ada’nın yaşadıkları ve yaşayacakları üzerinde etkisi yoktur. Dolayısı ile senaryo hayatını erkeklerin çevirdiği ve niyetleri ne olursa olsun, bu hayatın biçim ve içeriğini onları belirlediği bir kadın getiriyor karşımıza ve başta belirsizliklerle ördüğü yaşamının sırlarını birer birer ve hiç acele etmeden çözüyor. Bu yavaş akış ve belirsizlikler sabırsız bir seyirciyi zorlayabilir bir parça ama filmin amacı bir hikâye anlatmaktan çok, bir durumun resmini çizmek ve bu resim üzerinden düşündürmek seyircisini.
Hikâye Mizur adındaki bir kasabada geçiyor ve film büyük şehirlerden izole bir yaşamın ve çok da çekici görünmeyen bir coğrafyanın koşullarını belgesellere yakışacak bir tonda anlatıyor. Sokaklarda daha çok erkeklerin göründüğü kasabada çocukların binaların duvarlarına fırlatarak patlattıkları maytaplarla eğlenmesi, genç erkeklerin arabalarla boş arsalarda giriştikleri hız ve gösteriş oyunları veya -arabanın önüne bağlanmış, gelinlik giydirilmiş oyuncak bebek dahil- bizdekilerden hiçbir farkı olmayan düğün konvoyu gibi unsurlar yaşamın monotonluğunu kırmak için başvurulan yolların kısıtlılığını açığa çıkarıyor örneğin. Yönetmen Kovalenko bu gerçekçiliği, hikâyesi ve sinema dili bağlamında da yakalıyor; olan bitenlerin niteliği ve kameranın / senaryonun bunları aktarım biçiminde hep doğallığı öne çıkarıyor ve seyircisinden bir duygusal tepki almanın peşine düşmüyor. Oysa elinde, Ada’nın geçmişteki büyük travması ve bu travmanın 2014’te yaşanan korkunç Beslan Katliamı (Ayrılıkçı Çeçenlerin bir okulu basıp 1000’den fazla kişiyi rehin aldığı ve güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucunda 333 kişinin hayatını kaybettiği terörist saldırı) ile yakın bağlantısı olması gibi hayli trajik bir malzeme var yönetmenin. Buna karakterlerden birinin önemli hastalığını da eklediğinizde, epey gözyaşlı ve duygusal yollara sapma olanağı varmış yönetmenin ama bu tuzağa hiç düşmemiş Kovalenko. Baba ile en büyük çocuk arasındaki ilk diyalogdan (“Evini özledin mi?” / “Hayır”) Ada’nın ilk cinsel birliktelik sahnesine, film sadeliği ve düşünmeyi seyirciye bırakmayı seçiyor özenle ve doğru bir şekilde.
Ada’nın özgürlüğüne giden yol ona hükmeden erkeklerden birinin iktidarını yitirmesi üzerine açılabiliyor ancak ve bu yolda yine bir erkeğin desteği (“Babam gibi kokuyorsun”) gerekiyor; bu açıdan bakıldığında, Ada’nın hep dile getirdiği gibi filmin kendisi olan bir kadının hikâyesi anlattığını söyleyemeyiz. Ne var ki yine de elle tutulur ve sıcak bir umut vaat ediyor senaryo ve bunun en önemli aracı da filmin birdenbire geçiş yaptığı farklı görsellik anlayışı oluyor. Bir düğün konvoyunu ve Ada ile ağabeyini izlediğimiz bu sahne uçarı ve özgür kamera çalışması, sıcak düşlerin coşkusunu hatırlatan havası ile filme sıkı ve açıkçası ihtiyacı da olan bir kapanış sağlıyor. Filmin gittikçe hareketlenen ve “babanın kilitlenen kollarının sıkı sıkıya sarmaladığı Ada” sahnesi ile oldukça güçlü bir sembolizme de ulaşan ikinci yarısı işte bu finali ile ortalama bir seyirci için daha da cazip bir hâle bürünüyor.
Kuşkusuz hikâyeye ve baş kahramanına politik bir bağlamda bakmak da mümkün. Örneğin Beslan Katliamı’ndan hiç söz etmiyor karakterler, bu katliam hikâye bazında baktığımızda Anna’yı, daha genel olarak bakıldığında ise tüm toplumu travmatik bir şekilde etkilemiş olsa da. Kasabanın ve bölgenin bir yandan özgür, bir yandan da Putin Rusyası’nın sıkı denetimi altında olması da Anna’nın durumu ile örtüşüyor gibi. Filmde Osetçe konuşuluyor ama Rusça da sızıyor hikâyeye ki bu sızıntının televizyon ekranından olması özellikle dikkat çekiyor; çünkü Rusça dilinden duyduklarımız sadece ölüm haberleri ve doğal olarak tek taraflı bir iletişim bu. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, iktidar sahibinin sadece kendi ile konuştuğu ve dinlemediği bir iletişim örneği tanık olduğumuz. Rusya’nın gözden uzak yerlerindeki hayatın tüm kısıtlanmışlıklara ve devletin çizdiği sınırlar içinde yaşanan hayatlara tanık oluyoruz bir bakıma.
Kovalenko, William Faulkner’ın 1948 tarihli “Intruder in the Dust” adlı romanındaki bir cümleden ilham alarak yola çıktığını söylemiş filmin senaryosu için: “Bazı insanlar köleliğe dayanabilirken, hiç kimse özgürlüğe katlanamıyor”. Hikâyesinin baş kahramanı Ada da köleliğe, tüm mutsuzluğuna rağmen bir şekilde katlanmak zorunda hissediyor kendisini ve çözümü dışarıdan bekliyor. Kuşkusuz ki yaşadığı coğrafya için bunun -ne yazık ki- gerçekçi olduğunu kabul etmek gerekiyor; kavuşma ihtimali olan özgürlükle ne yapabileceği (o özgürlüğün gerektirdiği özgürlüğe katlanıp katlanamayacağı) ise -yine o coğrafyanın kouşulları nedeni ile- belirsiz elbette. Yönetmenin esin kaynaklarından söz etmişken, filmin adından da bahsetmek gerekir. Yine kendisinin ifadesine göre, filmin adı İtalyan yönetmen Marco Bellochio’nun 1965 tarihli “I Pugni in Tasca” (Cepteki Yumruklar) adlı yapıtından esinlenerek belirlenmiş. Bellochio’nun İtalyan sinemasının en önemli örneklerinden biri olan yapıtı cepte sıkılı yumruklara odaklanır; Kovalenko ise o yumrukları gevşetme (özgürleşme) çabası içindeki bir kadını anlatıyor.
Kovalenko’nun başarılarından biri de tümü ilk, hemen tamamı da şimdilik tek filminde oynayan amatör oyuncularından aldığı performans. Bir performans en fazla ne kadar doğal olabilir, bunun örneğini göstermiş başta Milana Aguzarova olmak üzere kadronun tamamı. Üstelik kurgu oyunları ile elde edilen başarılı amatör performanslardan tamamı ile uzak, oyuncuların adeta kendileri olmalarına izin ve olanak verilerek ulaşılmış bir başarı bu. Hikâye boyunca seyircinin karşısına sık sık yakın planlarla çıktıklarını düşününce tüm oyuncuların, bu başarı daha da değer kazanıyor. Aguzarova’nın peşindeki erkeğe “teslim olduğu” sahnedeki oyunculuğu bu takdirin ne kadar hak edildiğinin en iyi örneklerinden biri olarak gösterilebilir.
(“Unclenching the Fists” – “Yumrukları Gevşetmek”)