“Bir adam görüyorum… hayatında önemli bir rol oynayacak. Sana derin bir aşk sunuyor. Evet, özel bir şey… Bu ne böyle! Bir soru işareti? Evet, yüzünde, adamın yüzünde bir soru işareti var!”
Falında gördüğü bir adamla evlenen ve içine kapanık bir kadının, duygusal dengesizliği olan kız kardeşinin tekrar hayatına girmesi ile yaşananların hikâyesi.
Jane Campion’un fikrinden yola çıkılan senaryosunu Campion ve Gerard Lee’nin yazdığı, yönetmenliğini yine Campion’un yaptığı bir Avustralya filmi. Kısa filmler ve televizyon için yaptığı çalışmalarla yönetmenlik kariyerine başlayan Campion’un ilk uzun metrajlı sinema filmi olan yapıt Cannes’da Altın Palmiye için yarışmıştı. Komedisi de olan bir dram hikâyesi ile aile ilişkilerini canlı ve ilginç bir şekilde ele alan film yönetmenin hikâyelerinin odağına hemen hep kadın karakterleri oturtmasının da ilk örneği olmuştu. Alçak gönüllü ama kesinlikle farklı bir sinema dili, oyuncuların sadelik ve ikna ediciliği yakalayan performansları ve müziği hikâyeye ek bir boyut katacak şekilde kullanabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.
Bir kadının sadece sesini duyduğumuz bir konuşma ile açılıyor film; konuşan Kay (Karen Colston) adında bir genç kadındır. Fala ve kadere inanan, bir parça içine kapanık bir kadındır Kay ve bu açılış konuşmasında ağaçlardan neden korktuğunu anlatıyor bize. Ailesinin hep bir prenses muamelesi yaptığı kız kardeşinin küçükken bir ağaç evi vardır ve kendisinin bu ağaç eve girmesine hiç izin verilmemiştir. Çocukluğunda o ağacın köklerinin toprak altında yol alarak büyüyeceğini ve kendisini boğacağının kâbuslarını görmüştür hep. Sonra Kay’i bir falcıda görürüz; falcı -bu yazının girişinde yer alan sözlerle- ona yüzünde soru işareti olan bir adamla evleneceğini söyler ve genç kadın iş arkadaşının nişanlısı olan Louis’nin (Tom Lycos) alnına dökülen saçının soru işareti şeklindeki kıvrımını görünce kaderin işaretini ona da anlatır (“Ben de senin kadar şaşkınım. Kaderimde seninle olmak var”) ve sevgili olurlar. Ardından iki gelişme olur Kay’in hayatında; birdenbire ortaya çıkan kız kardeşi Sweetie (Geneviève Lemon) “yapımcı” olduğunu söylediği Bob (Michael Lake) adında bir adamla evine yerleşir Kay’in ve bu arada annesi de (Dorothy Barry) yıllar süren evliliklerinden sonra babasını (Jon Darling) terk eder. Buna, Louis ile olan ilişkilerindeki cinsellik boyutunun âniden kesilmesi de eklenince, Kay’in çocukluk kâbusu gerçek olur bir bakıma.
Jane Campion hikâyeyi sade ve muzip bir dil ile anlatıyor ve kendine has bir görsel anlayışa başvuruyor sık sık. Hikâyenin karakterleri dışında başka hiç kimseyi görmüyoruz hemen hiçbir sahnede ve dış çekimlerde de başvurulan bu yöntem hoş bir şekilde bir tiyatro sahnesi havası yaratıyor zaman zaman. Kay’in spiritüel inançlarını (otoparkta Louis’yi ikna etmesini sağlayan eğlenceli yazı tura sahnesi filmin onun bu inançlarına çok da karşı durmadığını gösteriyor), özellikle başlarda daha yoğun biçimde kullanılan kısa ve yine spiritüel havalı şarkılar ve Louis’nin meditasyon alışkanlığı ile de destekleyen Campion, bu “metafizik” unsurları daha çok hikâyesine hoş bir hafiflik katmak için kullanıyor. Buna karşılık bu hafifliğin karşısında oldukça dramatik bir unsur da var: Sweetie’nin dengesizliği. Babasının, küçüklüğünden beri çok yetenekli olduğuna inandığı ve onu da inandırdığı Sweetie (gerçek adı Dawn kızın ama işte bu “şımartma” alışkanlığının uzantısı olarak aile içinde herkes onu Sweetie diye çağırıyor) sürekli sarhoş ve “uçmuş” bir havada dolaşan “yapımcı” sevgilisinin kendisinin ünlü olmasını sağlayacağına inanmaktadır. Baba Sweetie’in kontrol dışı davranışlarını hep yönetmeye çalışsa da, Kay ve annesi artık pes etmiştir. Öykünün tüm o hafifliğine karşı, bu kadının baş aktörü olduğu trajik sahneler belki bir parça ayrıksı duruyor ama öte yandan Campion’un “aile dinamiklerinin yıpratıcılığı” temasını daha görünür ve elle tutulur kılıyor.
Cinsellik öykünün ana meselelerinden biri. Kay ile Louis’nin “Seksin olmadığı bir aşamadan geçiyoruz sadece” cümlesi ile tanımladığı günlerle ilgili sözlerinin bir örneği olduğu diyaloglardan, falcının evindeki “cinsel ihtiyaçlarının farkında olan ama bunu hiçbir zaman karşılayamayacak olan” zihinsel özürlü adama ve elbette Sweetie’nin bu konudaki özgürlüğüne bu konuyu hep bir şekilde gündemde tutuyor hikâye. Kay ile Louis’nin ilişkilerindeki cinsel kuraklık döneminin ortasına düşen Sweetie’nin rahatlığı bir komedi unsuru olarak işlev sahibi olduğu gibi, iki kız kardeşin aynı kadının iki farklı yanı olarak düşünüldüğü anlamına da geliyor olabilir. Kay asosyalliği ve içe dönüklüğü ile bastırılanları, Sweetie ise bu konudaki sınırsızlığı ima ederken, öykü her iki uca da eşit mesafede duruyor sanki. Falcının ağzından duyduğumuz “Aklını bir kenara koy. Cesaret ve seks, aşk işte budur” ifadesi cinsellik ve bu konuda cesur olmanın aşktaki önemini vurguluyor.
Alçak gönüllü sahnelerle karakterlerini ve öykülerini, eğlenceye de uzanan bir şekilde kullanıyor Campion ve oyuncuların zaman zaman hafif dozlu bir parodiye yaklaşan performansları da ona güçlü bir destek veriyor. Babanın Sweetie’nin “yeteneğini” Kay’e ispatlamaya çalıştığı sahneden aynı adamın bir kafede “yapımcı” Bob ile olan ve trajikomik bir şekilde sonlanan sahnesine sade ve alçak gönüllü bir şekilde öyküsünü diri tutuyor yönetmen. Zaman zaman Amerikan bağımsız filmlerinin ayrıksı karakterle anlatılan özgür havalı örneklerini hatırlatan çalışmada, annenin evi terk ettikten sonra, yemek yaparak hayatını kazandığı yerdeki işçilerle olan müzikli ve danslı sahne orijinalliği ile filmin en çekici bölümlerinden biri ve Campion’ın yaratıcılığının da kanıtı. Louis karakterini bir sahnede üzerinde “İstanbul” yazan tişörtü ile gördüğümüz yapıt, yönetmenin daha sonraki dramatik yönleri ile dikkat çeken filmlerinden farklı bir yerde duran, görüntü yönetmeni Sally Bonger’ın adeta Sweetie’nin ruhsal dengesi(zliği)ni yansıtan farklı çerçevelemeleri ve Geneviève Lemon’ın başarılı performansı ile takdiri hak ettiği bir çalışma. Sıradan ve alışılmış görünen aile dinamiklerinin arkasında yatanları ima etmesi (İki kez ensest göndermesi var filmde örneğin: Kay ile Louis birlikteliklerinde seks içermeyen bir döneme girince ilişkilerinin kardeş niteliğini almasını “adeta ensest” diye tanımlıyorlar; iki başka karakter arasında geçen bir sahne de bu yönde bir okumaya açık) ile de farklılaşan ilginç bir film bu.