Ladri di Biciclette – Vittorio De Sica (1948)

“Bisikleti bulmaya mecburuz, farkındasın değil mi; çünkü bulamazsak açlıktan öleceğiz. Başka şansımız yok”

Uzun süredir işsiz olan ve nihayet bulabildiği işi bisikletinin çalınması üzerine kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan bir adamın hırsızın peşine düşmesinin hikâyesi.

Luigi Bartolini’nin 1946 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu Cesare Zavattini, Oreste Biancoli, Suso Cecchi D’Amico, Vittorio de Sica, Adolfo Franci, Gherardo Gherardi ve Gerardo Guerrieri’nin yazdığı, yönetmenliğini Vittorio de Sica’nın yaptığı bir İtalyan filmi. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının, de Sica’nın, İtalyan sinemasının ve tüm bir sinema tarihinin tartışmasız başyapıtlarından biri olan film, sıradan bir yoksul insanın hayata tutunmaya devam edebilmek için mutlak ihtiyacı olan bisikletininin peşinde Roma’da geçirdiği saatleri anlatırken, İtalya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yoksulluk, toplumsal düzensizlik ve çaresizlik resmini müthiş bir gerçeklikle getiriyor karşımıza. Sinema tarihindeki en etkileyici baba karakterlerinden birinde seyircinin yüreğine ve aklına dokunan bir performans sergileyen Lamberto Maggiorani ve oğlu rolünde benzer bir etki yaratan Enzo Staiola dahil olmak üzere tamamen amatör oyuncularla çalışan ve bu yapıtı ile pek çok usta sinemacının da hayranlığını toplayan Vittorio de Sica’nın bu filmi her sinemaseverin -bir defadan fazla-görmesi gereken bir klasik.

1946’da çektiği “Sciuscià” (Kaldırım Çocukları) ile sinemanın dahi ismi Orson Welles’ten müthiş bir övgü almıştı de Sica: “de Sica’nın yapabildiği şeyi ben yapamam. Geçenlerde “Sciuscià”yı tekrar tekrar izledim ve birden kamera yok oldu, perde yok oldu ve artık sadece hayatın kendisi vardı karşımda”. Herhalde İtalyan Yeni Gerçekçilik’inin sinema aracılığı ile erişmek istediği tam da buydu: Hayatın kendisine hiç ihanet etmeden, toplumdaki yoksulluk, adaletsizlik ve sosyal sorunları tüm bunların kurbanı olan sıradan insanlarla anlatmak. Akira Kurosawa, Satyajit Ray, Ken Loach, Jafar Panahi, David Lean (filmin bir dış çekimine tanıklık etmiş ve yönetmenin becerisine hayran olmuş), Martin Scorsese ve Dariush Mehrjui gibi farklı ülkelerden ve dönemlerden sinemacıların hayranlıklarını belirttikleri, hatta Hintli yönetmen Anurag Kashyap’ın üniversiteyi bırakıp sinemacılığa başlamasının nedeni olarak gösterdiği “Ladri di Biciclette” de Orson Welles’in yaşadığı tecrübeyi aynen bize de geçiriyor. Hayatın ta kendisini, sadece onu izlediğinizi ve gördüklerinizin gerçek olduğunu hissettiriyor film ve finalde dökülen gözyaşı ve tutulan bir el sıkı bir yumruk yemiş gibi hissetmenize neden oluyor.

Amerikalı şair ve sinemacı Norman Loftis’in 1994’te çektiği ve kuryelik yaparken kullandığı bisikleti çalınan bir adamın yaşadıklarını anlattığı “Messenger” ile hikâyesini 1990’ların ABD’sine taşıdığı bu de Sica yapıtı iş bulma kurumu önünde adlarının okunması umudu ile bekleyen erkekleri göstererek açılıyor. Uzun süredir işssiz olan, iki çocuğu ve eşi ile yoksul bir hayat süren Antonio da (Lamberto Maggiorani) onlardan biridir. Bu kez şanslıdır Antonio çünkü belediyedeki afiş asma işi çıkmıştır kendisine ama önemli bir sorun vardır; işini yapabilmesi için bir bisikletinin olması şarttır çünkü şehrin afis asacağı dört bir köşesine yaya olarak gitmesi mümkün değildir. Aslında bir bisikleti vardır ailenin ama yoksulluk nedeni ile rehne verilmiştir; çözüm eşinden (Lianella Carell) gelir ve evdeki vazgeçebilecekleri ve para edecek tek eşyaları olan çarşafları rehne bırakarak bisikletlerini geri alırlar. Ne var ki ilk iş gününde bisikleti çalınır ve Antonio, oğlu Bruno (Enzo Staiola) ile hırsızın ve çalınan hayat kaynaklarının peşine düşer Roma sokaklarında.

Vittorio de Sica savaş sonrasındaki İtalya’nın yoksulluğundan çarpıcı görüntüler ve gerçekliklerle örmüş filmini; eşyaların rehin bırakıldığı yerde tavana kadar uzanan raflardaki çarşaf ve yatak takımları, oraya muhtemelen en değerli hatıralarının bir parçası olan dürbünü getiren yaşlı adam, sokak çeşmesiin önünde ellerindeki kovaları doldurmak için bekleyen kadınlar ve Antonio’nun sadece iş bulması ile bile umut, gurur ve heyecanla aydınlanan yüzü bu görüntülerin sadece küçük bir kısmı. Yoksulluğun ve her türlü çaresizliğin devası olarak özellikle kadınların başvurduğu falcı kadın karakteri de bu resmin önemli bir parçası ve Vittorio de Sica, eşine çalışacağı yeri göstermeye niyetlenen Antonio’nun yüzüne kapanan pencere ile, bu resmin aydınlanma umudunun gerçekçi olmayabileceğinin ilk işaretini veriyor oldukça zarif ve vurucu bir şekilde. Alessandro Cicognini imzalı ve güçlü duygusal ve dramatik notalarla süslü müziğin, günümüz sinema anlayışı için bir parça yoğun kullanılmasının eskiyen tek yanı olduğu filmin bugün hâlâ bu kadar yeni ve orijinal görünmesinde meselesini hiçbir yapay oyuna başvurmadan, küçük ama oldukça dürüst bir hikâye ile anlatmasının önemli bir payı var. Sonuçta o zaman da şimdi de, insan aynı insan ve içinde bulunduğuı düzen aynı düzen. Senaryonun karakterlerin umut, korku, tereddüt gibi farklı duygularını ve düzenin yol açtığı yoksulluk manzaralarını bir mesaj kaygısına kapılmadan anlatabilmesi bu orijinalliğin diri kalmasını sağlamış kesinlikle.

Antonio’nun içinde bulunduğu çıkmazın nedenini dile getirmiyor film ve bir çözüme de işaret etmiyor; bunun yerine dürüst bir resim çiziyor ve resmettiği sorunların çözümünün neden zor olduğunu anlatıyor. Antonio’nun bisikleti çalınınca gittiği karakolda karşılaştığı muamele örneğin, sistemdeki güçlerin yoksulların, emekçilerin yanında olmamasının sembolü olarak değerlendirmeye açıkken, zengin bir kadının kilisede düzenlediği yardım organizasyonunun Antonio’nun hırsıza ulaşma çabasını zorlaştırması da toplumdaki bir başka iktidar sahibinin toplumun alt kesimlerine aslında ne kadar uzakta olduğunun göstergesi olarak görülebilir. Çaresizlik içindeki insanların son bir çare olarak falcılara sığındığı bu dünyada umut yaratan tek unsur ise Antonio’nun emekçi arkadaşlarının ona bisikletini arayışta içten bir şekilde yardım etmeye çalışması; bu dayanışma kuşkusuz sınıf içi dayanışmanın umudun en önemli kaynağı olduğunu da söylüyor. Antonio’nun astığı ilk afişin Rita Hayworth’ın “Gilda” (“Şeytanın Kızı Gilda”, Charles Vidor – 1946) filmindeki bir pozu olması, Hollywood’un parlak gösterişliliği ile Antonio’nun yaşamındaki yoksulluk ve çaresizlik arasındaki büyük zıtlık üzerinden aslında Vittorio de Sica ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının sinemada ne yapmak istediklerinin ve neye karşı bir tavır takındıklarının göstergesi kesinlikle.

Yüreğe ve akla dokunan dürüstlük ve sahiciliğin egemen olduğu bir film bu ve pek çok sahnesi ile de bunu kanıtlıyor. Futbol maçındaki taraftarların tezahürat sesleri ile başlayan ve stadın etrafına bırakılmış bisikletlerin odağında olduğu sahne bunlardan biri. Finale kadar uzanan bu sahne “hırsız” olmanın neden “doğal” olduğunu ve filmin adının gerçek anlamını çok iyi anlatıyor bize. Antonio’nun bu sahnedeki duyguları ve eylemleri filmin neden bir başyapıt olduğunu tek başlarına yeterli açıklamak için ve belki de sinema tarihindeki en iyi baba-oğul bölümlerinden de biri. Adam ve çocuğun bir restorandaki sahneden başlayarak gittikçe güçlenen ve seyirciyi etkisi altına alan sevgi ilişkisinin de öne çıktığı bu bölüm filme çok sağlam bir kapanış sağlarken, kalabalığa karışan karakterleri izleyen kamera, onlardan uzaklaşıyor olması ile; baba, oğul ve benzerlerinin kaderlerindeki yalnızlıklarını ve birey olarak “hiçlik”lerini söylüyor seyirciye.

Sinema kariyerinin henüz başında olan ve burada yardımcı yönetmenlik yapan Sergio Leone’nin yağmurda bir çatı altına sığınan ilahiyat öğrencilerinden biri olarak kısa bir rolde de karşımıza çıktığı filmin oyuncu kadrosu dört dörtlük bir iş çıkarmış ki bu konuda öncelikle Lamberto Maggiorani’yi anmak gerekiyor. Oğlunu Bruno rolü için oyuncu seçimine götüren ve bir fabrikada işçi olarak çalışan Maggiorani’yi Antonio rolü için çok uygun bulan Vittorio de Sica başrolü vermiş ona ve genç adam kendisini birden oyuncu olarak bulmuş. Sinemada genellikle ufak rollerde yer aldığı başka filmlerde de görünmüş Maggiorani ama bir yıldız olmadığı gibi, tekrar işçi olarak iş arayışında da sıkıntıya düşmüş; çünkü çalıştığı fabrika küçülme nedeni ile işçileri işten çıkarırken ilk yol verdiklerinden biri “artık bir oyuncu olduğu” gerekçesi ile kendisi olmuş. Maggiorani’nin buradaki performansı inanılmaz bir sahicilik duygusu içeriyor. Kameranın yakın planda görüntülediği sahnelerde yüzündeki duyguları abartısız, yalın ama çok etkileyici bir şekilde yanıtıyor oyuncu ve umarsız çabaları, korkuları, iş bulduğu andaki gururu ve mutluluğu, çocuğuna duyduğu sevgi ve tereddüt yüklü final sahnesindeki duyguları inanılmaz bir gerçekçilikle getiriyor karşımıza. Oğlu Bruno’yu oynayan Enzo Staiola ve eşi rolündeki Lianella Carell’ın da bir tesadüf sonucu olarak rollerine kavuşması (ilki yönetmenle bir röportaj yaparken tanışan bir gazeteciymiş aslında, ikincisi ise bir sahnenin çekimlerini seyreden kalabalığın arasından keşfedilmiş), Vittorio de Sica’nın ne denli güçlü hisleri olduğunu gösteriyor oyuncu seçiminde.

Film İtalya’da gösterime girdiğinde farklı eleştiriler almış; kimileri ülkeyi olumsuz göstermesini eleştirirken, bazıları da duygusallığın ölçüsünün zaman zaman kaçtığını belirtmiş. Her ikisi de dayanıksız ve haksız olan bu eleştirilerin yanında, kaynak romanın yazarı Luigi Bartolini farklı bir noktadan dile getirmiş olumsuz düşüncelerini. Yazar romanının kahramanının orta sınıftan bir entelektüel olduğunu ve eserinin temel olarak, savaştan sonra bozulan toplumsal düzeni anlattığını söyleyerek kitabına ihanet edildiğini belirtmiş. Kitaptaki bozuk düzen teması filme taşınmış ve oldukça güçlü bir öğesi olmuş senaryonun; Antonio’nun işçi sınıfından bir karaktere dönüştürülmesi ise, yazarın eleştirisi bir yana, kesinlikle filme ek ve güçlü bir boyut kattığı gibi, eserin bugün hâlâ bir başyapıt olabilmesinin nedenlerinden de biri olmuş. Bu değişiklik aracılığı ile film bir sınıf hikâyesine de dönüşüyor ve 1940’ların İtalyası’ndan çok daha kapsamlı ve etkileyici bir resim çizebiliyor.

Bireylerin eylemlerinin -iyi ya da kötü- tek sorumlusunun kendisi olamayacağını ve bazı olumsuz eylemlerin aslında bireylerin yaşadığı düzene teslim olmak zorunda kalmasının sonucu olduğunu öne süren bu Vittorio de Sica filmi insan onurunun yaşamsal önemini de hatırlatan bir başyapıt. Mutlaka görülmeli ve saf ve dürüst bir sinemanın insana insanla ilgili hikâyeler anlatmanın en güçlü aracı olduğuna bir kez daha ikna olmalı.

(“Bicycle Thieves” – “Bisiklet Hırsızları”)

(Visited 16 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir