“Sembol olarak panteri seçmişler. Saldırgan olmayan güzel, siyah bir hayvandır; ama kendini savunmaktan asla çekinmez”
Radikal bir “siyah güç” örgütü olan Marksist-Leninist Black Panther Partisi’nin (Kara Panter), kurucularından Huey P. Newton’un serbest bırakılması için yapılan eylemler üzerinden anlatılan hikâyesi.
Agnès Varda’nın yönettiği, Fransa ve ABD ortak yapımı bir kısa belgesel. Varda’nın yarım saat içinde ve önemli bir kısmını röportajlar üzerinden anlattığı radikal örgüt 1966’da kurulmuş ve 1982’de lağvedilene kadar siyahlar arasında oldukça popüler olmuştu. Varda yöneticilerin düşünce ve eylemlerini açıklayan konuşmaları ile baş başa bırakırken seyirciyi, yüreğinin -en azından düşünceleri açısından- onların yanında olduğunu gösteren bir kurgu anlayışı ile oluşturmuş filmini. 1968 Ağustos ayından gelen görüntüleri ile, ABD tarihinin en politik ve radikal sayfalarından birinin sahibi olan ve sinemanın -anlaşılabilir ve tahmin edilebilir nedenlerle- ihmal ettiği Kara Panterler Örgütü hakkında ilgi çekici bir belgesel ve Varda’nın samimi ve alçak gönüllü üslubu ile ilgiyi hak eden bir yapıt.
Varda 1960’ların sonunda eşi sinemacı Jacques Demy ile Hollywood’a gider; Demy “Model Shop” filmi için çalışırken, Varda da boş durmaz ve iki film (“Black Panthers” ve “Uncle Yanco”) çeker orada. Bunlardan biri olan “Black Panthers” ABD tarihinin en politik sayfalarından birinin şahitliğini yapan ilginç bir çalışma. Varda FBI’ın 1969’da “Ülkenin iç güvenliğine yönelik en büyük tehdit olarak” tanımladığı Kara Panterler’i karşımıza getiren filmin jeneriğinde, aralarında Paul Aratoe ve Paddy Monk’un da bulunduğu isimlerle birlikte kendisini yönetmen değil, röportajları gerçekleştiren kişi olarak tanımlamış tüm alçak gönüllüğü ve dürüst tavrı ile. Gerçekten de yarım saatin önemli bir kısmında başta örgütün kurucusu ve o sırada tutuklu olarak cezaevinde bulunan Huey P. Newton olmak üzere, örgütün yöneticileri ve sempatizanları ile yapılan kısa söyleşileri izliyoruz.
Varda’nın filmi çektiği tarihte Huey P. Newton bir polisin ölümü ile sonuçlanan silahlı bir olayın tutuklusu olarak cezaevindedir; yönetmen filmin önemli bir kısmını onun serbest bırakılması için Oakland’da düzenlenen bir eylem sırasında çekmiş. Aralarında Kathleen Cleaver, William Lee Brent, Stokely Carmichael ve Eldridge Cleaver’in de bulunduğu örgüt yöneticilerinin yanında, sempatizanlar ve merak için oralarda dolanan Texas’lı beyaz bir vatandaşı da konuşturmuş veya gösterideki konuşmalarını kayda almış Varda; Huey P. Newton’u ise cezaevinde maruz kaldığı kötü muamele ve örgütün ideolojisi ve eylemleri üzerine olan röportajı ile getiriyor karşımıza. “Oakland’daki bir piknik değil bu, Kara Panterler’in düzenlediği politik bir miting” cümlesi ile açılıyor film. Varda’nın yazdığı metin (seslendiren kişinin kim olduğu ile ilgili herhangi bir kesin bilgi yok kaynaklarda ama özellikle 1960’ların sonlarında ABD’de çektiği ve Kara Panterler’i de belgeleyen fotoğrafları ile tanınan Eve Crane olduğunu söyleyenler var) bu konuşmaları birleştiren ve tamamlayan sade bir yapıya ve en az örgütün kendisi kadar radikal söylemlere sahip. Bu radikallik çoğunlukla örgütün söylemlerini anlatabilmek için seçilmiş olsa da, Varda’nın bu söylemlerin en azından bir bölümüne yakın durduğunu kendisine ait ifadelerden de anlayabiliyoruz.
Huey P. Newton ve Bobby Seale iki üniversite arkadaşı olarak örgütü “domuz” dedikleri polise karşı halkı örgütlemek için kurmuşlar. Varda’ya göre “polisin nefret ettiği, siyah halkın ise hayran olduğu” örgüt, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu komünist lider Mao’nun bir sözünü, onun Çin İç Savaşı’nın başında dile getirdiği, “Politik iktidar silahın namlusundan çıkar” düsturunu, rehber edinerek üyelerini, hatta tüm siyahları silah sahibi olmaya çağırmış. Bireylere “görünür bir şekilde silah taşıma hakkı” veren ama filmden öğrendiğimize göre kısa bir süre önce yürürlükten kalkan yasa da onların bu çağrısının karşılığının oluşmasını sağlamış. Radikal sıfatını gerçekten de hak eden bir örgüttü “Kara Panterler”; “İşe cemaatimizi işgal eden yirmi bin domuzdan kurtularak başlamalıyız”, “Huey P. Newton ABD’nin siyahlara ilan ettiği savaşın esiridir ve bu savaş ilk siyah insan Afrika’dan getirildiğinde ilan edildi”, “Her siyah, her Amerikan yerlisi, her Meksikalı, her radikal beyaz silahlanmalı. Gücü ancak böyle ele geçirebiliriz” ve “Ölmeye hazır bir kardeş aptalın tekidir; devrimci olacaksan silahın olmalı” gibi cümleler duyuyoruz film boyunca ve Varda’nın kendisi de katılıyor bu söyleme: “Zalimliği ile tanınan Oakland polisi Kara Panterler’i taciz etme fırsatını asla kaçırmaz; peşlerine düşer, tuzağa düşürür, yetkileri olmadan evlerine girer, onlara ateş eder”.
Siyah deri ceket, siyah bere ve siyah gözlükten oluşan tek tip kıyafet ve askerî adımlarla yapılan geçit töreni gibi unsurlarla silahlı bir örgüt olduğunu özellikle vurguluyor Kara Panterler ve FBI’ın onları ABD için, daha doğrusu ABD’nin “ırkçı ve kapitalist düzeni” için en büyük tehlike olarak tanımlaması egemen güçlerde yarattığı korkunun dışavurumu kuşkusuz. Onlara yakın duran “beyaz radikaller”in mücadelenin “uzun ve kanlı bir çatışmaya dönüşmesi” endişesi de “tehlike”nin büyüklüğünün bir başka işareti. Filmin örgütün tarihçesi, politikaları ve eylemleri üzerine kapsamlı bir çalışma olma iddiası yok ama yine de çok doğru bir zamanda ve yerde olmanın avantajını çok iyi değerlendiren Varda örgütün radikalliğini net bir şekilde göstermeyi başarıyor. Onun kaleminden çıkan ve örgütü suçlayanların söylemlerini “Polisten daha az faşist ve daha az ırkçı oldukları kesin” cümlesi ile -bir bakıma- cevaplayan metin de aynı alçak gönüllülük ve netlikle bu başarıya destek olmuş.
Varda’nın bir sinemacı gözü ile arada Oakland’dan sokak görüntülerini de sergilediği filmde örgüt üyelerinin “siyah halkı bilinçlendirmek” için yaptıkları çalışmaları dinlerken, beyazların “açk renk ten, açık renk göz ve düz saç”lar üzerinden inşa ettiği güzellik tanımına meydan okuyanları ve örneğin saçlarını doğal hâline bırakanları da (“Siyah güzeldir” hareketinin bir parçası olarak, Afrika asıllı Amerikalıların “afro” tercihleri) bu eylemlerinin gerekçeleri ile birlikte dinleme şansını buluyoruz. Varda’nın tüm filmografisine hâkim olan samimiyet ve sıcaklığa sahip olan yapıt; onun, eşinin işi nedeni ile çıktıkları bir yolculukta bile sinemacı gözünü hep canlı tuttuğunun da güçlü ve önemli bir kanıtı.
Filmin bizim sansür tarihimizde de önemli bir yeri var; sansür kurulu 1971’de iki farklı gerekçe ile bu belgeselin Türkiye’ye sokulmasını yasaklamış: “Dost devlet ve milletlerin hislerini rencide etmek” (Buradaki dost devlet ve millet ABD oluyor) ve “Millî rejime aykırı olan siyasî, iktisadî ve içtimaî ideoloji propagandası yapmak” (Marks, Lenin ve Mao’nun adını anan, devrimcilikten ve onun ancak silahlanarak başarıya ulaşacağını öne sürenlerin konuşması “kabul edilebilir” değildi elbette). Film Fransa’da da bir problem yaşamış; Varda’nın filminin finansmanı Fransız televiyonlarından gelmiş ama 1968 olaylarının dinmesinden birkaç ay sonra, radikal bir örgütü gösteren böyle bir yapıtı yayınlamayı uygun görmemiş TV kanalları. Varda’ya göre, “Öğrencilerin öfkesinin tekrar harekete geçmesi” endişesi neden olmuş bu karara.
Kara Panterler’in karşısına geçtikleri güçlere söz vermemesi, örgüt içi tartışmaları ve şaibeli bazı eylemleri gündemine almaması ve örgütün söylemlerini herhangi bir filtreden geçirmeden karşımıza getirmesi ile klasik “belgesel tarafsızlığı”na sahip değil Varda’nın yapıtı ama zaten yönetmenin böyle bir hedefi de olmamış. Bunun yerine sanatçı, ABD tarihinin önemli bir sayfasının sahibi olan ve bugün “Black Lives Matter” hareketinin de aralarında olduğu pek çok mücadelede az ya da çok izi bulunan bir örgütü kendi ağızlarından sergilemeyi seçiyor ve bu yarım saatlik çalışması ile tarihe kalıcı ve önemli bir belge bırakıyor.