Çöl Kartalı – Halit Refiğ (1972)

“Artık sen arkadaşımın karısısın, bense kızgın kumlarda avare bir Osmanlı fedaisi”

İsyan eden Araplara karşı Yemen çöllerinde savaşan ve aynı kadına âşık olan iki Osmanlı subayının hikâyesi.

Senaryosunu Bülent Oran, Halit Refiğ ve Memduh Ün’ün yazdığı, yönetmenliğini Refiğ’in yaptığı bir Türkiye filmi. 1960’larda çektiği filmlerle Ulusal Sinema kavramını yaratan ve bu kavram etrafında sert polemiklerin parçası olan Refiğ’in 1970’lerden itibaren ticari sinemaya boyun eğmek zorunda kalarak çektiği yapıtlardan biri olan çalışma Yeşilçam’ın kaçınılmaz klişelerine sahip olsa da, ilgi çekebilecek yanları da olan bir sinema eseri. Türk övgüsü, Arap düşmanlığı, bol bol onur, namus, vatanseverlik ve fedakârlık içeren hikâyesini inandırıcılık sorunu olsa da, kendi iç kurgusu vasatın altına düşmeyen bir senaryo ile anlatan yapıt Cahit Engin’in görüntü yönetmenliğinden ve Refiğ’in mizansen becerisinden aldığı destekle kendisini Yeşilçamseverlere çekici kılabiliyor.

Çekimleri İstanbul, Diyarbakır (Diyarbakır Kalesi) ve Mardin’de (Deyrulzafaran Manastırı) gerçekleştirilen film, “Balkanlar’da Bulgar komitacılarına karşı gösterdikleri kahramanlık ve şecaat (yiğitlik)” nedeni ile iki Osmanlı subayı için düzenlenen madalya takma töreni ile açılıyor. Çocukluktan beri çok yakın iki arkadaş olan ve askerî okulda da beraber okuyan Murat (Cüneyt Arkın) ve Faruk (Süleyman Turan) 1 yıl komitacı kovalamaktan yorulmuş ve bir süre “yan gelip yatmayı” planlamaktadırlar. Birbirleri ile her şeylerini paylaşan iki genç adamın sırları vardır aslında; her ikisi de emrinde çalıştıkları Kâmil Paşa’nın (Atıf Kaptan) büyük kızı olan Leyla’ya (Bahar Erdeniz) âşıktır ama birbirlerine henüz söylememişlerdir bunu. Osmanlı’yı önce Yemen, sonra da tüm Arap yarımadasından çıkarmayı planlayan Arap kabilelerinin İngiliz istihbaratından aldıkları destekle başlattıkları isyan ve aynı kadını seviyor olmaları iki subayın tüm planlarını altüst edecek ve macera, romantizm ve trajedi dolu bir öykü başlayacaktır.

İstanbul gibi süratle büyüyen ve değişen bir şehirde, hele de o dönemin Yeşilçam imkânları ile bir dönem filmi çekmek çok zor bir iş; buna Yeşilçam’ın hassasiyet eksikliğini de ekleyince, işte burada olduğu gibi çeşitli “teknik” sorunlar çıkıyor ortaya. Karakterlerin arkasında görüntüye giren beton binalar ve Boğaz kenarındaki 1970’ler silueti gibi gibi problemler var hikâye boyunca sık sık karşımıza çıkan ve bunların en azından bir kısmı önlenebilirmiş gibi duruyor. Senaryodaki kimi sıkıntılar ise bütçe, teknik imkânlar vb. mazeretlerle açıklanabilecek gibi değil. Bunların birkaçını bir Yeşilçam nostaljisi yaşamak için hatırlatmakta yarar var: Olayların yaşandığı on sekizinci yüzyıl sonları ve ondokuzuncu yüzyıl başlarında bir Türk paşasının kızının ağzından “Her Tanrı’nın günü” gibi bir ifadeyi duymak imkânsız olsa gerek. Kızın bir Amerikan okulunda okuyor olması da izah edemez bunu; çünkü başta hemen bir sonraki sahne olmak üzere, aynı karakter “Tanrı” sözcüğünü değil, “Allah” kelimesini kullanıyor hep. Yalının bahçesinde gece buluşmalarında sarılıp koklaşmalar, genç kadının başı açık bir durumda ve İngiliz soylularınkini hatırlatan kıyafetler içinde sevgilisi ile serbestçe yaptığı atlı gezintiler, gelincik ve papatya tarlalarında sarılıp öpüşmeler, “İçimde garip bir his var, sanki bir felaket olacakmış gibi” klişesinin iyice abartıldığı bir sahne ve askerler çölde karşılarına çıkan vahadaki suya çılgınca saldırırken iki subayın sanki aynı eziyetli yolculuğu yapmamış gibi “cool” takınmaları vb. pek çok farklı örnek sayılabilir bu konuda.

İçerik açısından daha vahim bir durum ise tam da Yeşilçam’dan bekleneceği gibi namus kavramı, özellikle de kadınınki, üzerinden çıkıyor karşımıza. Murat karakterinin uzun bir süreye yayılan cinsellikten uzak dönemi övülürken, çölde tek başına yaşayan (!) Hacer adındaki genç kadının (Meral Zeren) ona olan âşkı pek de değerli bulunmuyor film tarafından ve kadının cinsel arzuları Yeşilçam muhafazakârlığına uygun olarak, en yumuşatılmış ifade ile, hafiflikle özdeşleştiriliyor. Ret edilen kadının Murat’ın erkekliğini sorgulamasının cevabının sert bir Osmanlı tokadı olması ise günümüz mahkemelerinde kadın cinayeti failleri için hafifletici sebep olan “erkekliğime laf etti” savunmasını hatırlatıyor acı bir şekilde; acı bir şekilde çünkü fim Murat’ın tarafında duruyor burada. Bu kadının “Ben Halife efendimizin İslam Birliği’ne bağlıyım, çöl haydutlarından yana değilim” demesi ama öte yandan pek de İslamiyetle ilgisi olmayan davranışlara sahip olmasındaki tutarsızlık bir yana, bu karakterin Leyla ile zıt kutuplara yerleştirilmesi (ki bu yerleştirmeyi destekleyen unsurlar da tartışmaya açık) namus anlayışının kadın bedeni ve cinselliği üzerinden üretilmesi problemine neden oluyor. Çok önemli bir gerçeğin gerdek gecesine kadar saklanması ya da bir karakterin, hayatını kurtaran ve kendisine bakan bir insanı aşağılamasının, bir eleştiri konusu olmayı bırakın, takdir sebebi olarak gösterilmesinin yanlışlığını da ekleyebiliriz bu probleme.

Film, “Osmanlı’ya isyan eden Arapların ihaneti” tarih anlayışını aynen korur ve “Çöl domuzu” gibi ifadelerle Araplara yönelik aşağılamanın klişe örneklerini sergilerken, Türklerin onur ve fedakârlıklarının altını çiziyor sürekli olarak. Aslında filmi, Türklerin milliyetçilik anlayışını yaratmasa bile, besleyen ve altını doldurmadığı ya da yanlış unsurlarla destekleyen Yeşilçam örneklerinin arasına koyabiliriz rahatlıkla. Bugün milliyetçi kesimde, adı değişmiş olsa bile doğasını koruyan “kahpe Bizans” anlayışı olarak adlandırılabilir bu milliyetçilik. İstemeden mizaha dönüşen bir “fedakârlık kavgası” sahnesi, “Aklıma her şey gelirdi de senin benden gizlin olacağın gelmezdi” diyen karakterin kendisinin tam da bunu yaptığını unutması, mecbur kaldığını düşündüğü bir evliliğin töreninde zoraki oynarken yüzüne gerçek bir mutluluk gülümsemesi yerleşen kadın ve çölleri aşarak gelen bir Türk karakterin İstanbul’daki yalıya Arap kıyafetleri ile girmesi gibi başka sorunlu yanları da olan film yine de bazı yönleri ile ilgi çekmeye aday olmayı başarıyor.

Öncelikle Cahit Engin’in görüntü çalışmasının başarısı var filmi seyre değer kılabilecek. Romantizmden aksiyona ve dramatik anlara, kamera hep olması gerektiği gibi davranıyor ve sahnenin ruhunu iyi yansıtıyor bize. Romantik anların normalde fazla kartpostal havası taşıdığını söyleyebileceğimiz görüntüleri tüm o şıklıkları ile öyküye kesinlikle yakışmış örneğin. Senaryonun yüzük objesini öykünün gelişim noktalarına iyi yedirmiş olması ve farkında olmadan aynı kadına ortak bir mektup yazan iki erkek gibi hoş oyunlar içermesi; iyi düşünülmüş ve çekilmiş sahneler (Hacer’in Leyla ve Faruk karşısında dans ettiği sahnede Arap kabile üyelerinin alkışlarla yarattığı tehdit havası, serap sahnesi ve hemen tüm kavga ve çatışma anları); Cüneyt Arkın’ın fiziksel yeteneklerini Malkoçoğlu filmlerindeki abartıdan uzak bir gerçekçilik ile sergilemesi gibi farklı faktörler filmi ortalama bir Yeşilçam filminin -fazla olmasa da- üzerine taşımaya yetiyor.

Bir Yeşilçam geleneği olarak yabancı film müzikleri bolca ve kuşkusuz izinsiz olarak kullanılmış filmde. Aralarında Otto Preminger’in 1960 tarihli “Exodus” filmi için Ernest Gold’un hazırladığı soundtrack’ten “Summer in Cyprus”, David Lean’in 1962 tarihli “Lawrence of Arabia” (Arabistanlı Lawrence) filmi için Maurice Jarre’ın hazırladığı soundtrack’ten “Lawrence and Body Guard” ve “Rescue of Gasim Bringing Gasim Into Camp” adındaki eserlerin olduğu melodilerin seçiminde en azından öyküleri Doğu’da geçen filmlere başvurulmuş olmasını artı bir not olarak düşünebiliriz.

(Visited 5 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir