“Keşke her zaman böyle olsa. Hep yaz olsa. Her zaman seninle yalnız olsak”
Oxford Üniversitesinde tarih okumaya başlayan bir gencin bir arkadaşı aracılığı ile aralarına karıştığı aristokrat bir ailenin bireyleri ile ilişkilerinin hikâyesi.
Evelyn Waugh tarafından yazılan ve İngiliz edebiyatının en ünlü ve başarılı eserlerinden biri olarak görülen bir romandan uyarlanan film İkinci Dünya Savaşı öncesinde geçen hikâyesi ile din, aşk, aristokrasi ve özellikle katolik inancındaki suç ve günah kavramları üzerinde duruyor. Hikâyeyi şekillendiren bu suç ve günah kavramları elbette romanın (daha doğrusu edebiyatın) atmosferinden sinemanın görsel dünyasına taşınınca etkisini bir parça kaybediyor ama film yine de çeşitli eksikliklerine rağmen kendi dünyasını kurmayı başarıyor.
Yoğun bir katolik inancına sahip olan ve bu nedenle kocasının aileden uzaklaşmasına neden olmuş olan annenin çocukları üzerinde neden olduğu travma, aileye dışarıdan karışan ve kendi sözleri ile “bu hayalin parçası olmak için, katlanamayacağı aşağılama olmayan” Charles Ryder’ın ailenin okul arkadaşı olan genç erkeği ve onun kız kardeşi ile kurduğu ilişkiler sonucunda kendisini iyice gösteriyor ve hatta belki bu ilişkiler nedeni ile etkisi daha da büyüyor. Herkesin bir şekilde yaralı olduğu bir hikâye var karşımızda. Charles’a aşık olan Sebastian bu eşcinsel aşkı ile ilgili mücadeleyi sonunda kaybedeceğini bilmenin hüznünü taşırken, kız kardeşi Julia Charles’a duyduğu aşk ile inancının normları arasında sıkışıp kalmanın acısı ile yaşıyor. Anne ise tüm doğrularına, inançlarına ve bunlara bağlı olarak aldığı kararlara rağmen ve aslında belki de onlar nedeni ile ne kendi mutlu olabiliyor ne de çocuklarını mutlu görebiliyor. Charles ise suçluluk duygusunu belki de en çok hissedenlerden biri filmin karakterleri arasında; özellikle Sebastian’ın trajedisini engellemek için bir şey yap(a)mamış olması ile ve annenin sözleri ile sevilmeyi çok isteyerek, Sebastian’ın sözleri ile açlığına sınır koymayarak bu suçluluk duygusu odaklı hikâyenin baş karakterlerinden biri oluyor.
Özellikle Brideshead malikânesi bölümlerinde çok güzel görüntüler sunarak sanki erişilemeyen mutluluğun cazibesini ve erişememekten kaynaklanan trajediyi artıran film bazı karelerinde bir tablo gibi titizlikle tasarlanmış görüntülere sahip. Bu tasarlanmışlık korkulacağının aksine filme yapay bir hava getirmiyor, bunun yerine mekandan kaynaklanan ihtişamı artırıyor. İnce ve zarif bir anlatımın hâkim olduğu filmin en temel eksisi son yarım saatinde. Bu bölüm filmin geneline bakıldığında biraz yüzeysel, biraz sanki uzadığı düşünülen bir hikâyeyi toparlama telaşı ile çekilmiş gibi görünüyor. Çok başarılı bir müzik çalışması var filmin ve hikâyeye, atmosfere çok uygun bir tonda filmin karakterlerinden biri oluyor sanki film boyunca. İki imkânsız aşkın ağırlığını taşıyan filmde tüm kadro tam bir İngiliz oyuncu geleneği formatında hikâyeye başarı ile can veriyorlar ama anne rolünde Emma Thompson bir adım önde görünüyor.
Din veya başka bir neden ile yarım kalmış tüm aşklara adanabilir bir film bu ve özellikle Sebastian aşktaki yenilgisini kabul ettiği kilise sahnesinde elleri arkasında yürürken pek çok şiirin, şarkının ifade edeceğinden daha fazlasını söylüyor. Klasik bir romandan yapılan bu uyarlama elbette romanın hacmi düşünüldüğünde romana göre bir parça yüzeysel görünecektir ama tam da bu nedenle filmi roman ile karşılaştırarak bir haksızlığa gidilmemeli. Bu nostaljik havalı, büyük duygulara sahip, anlattığı hikâyenin ve mekanın ihtişamına kendini bir parça fazla kaptıran ve iki saatlik bir süreye sıkışmanın zorluğu ile zaman zaman yüzeysel kalan film kesinlikle ilgiye değen bir çalışma. 1981’de çekilen ve yine bu romandan uyarlanan aynı adlı televizyon dizisi çok daha büyük övgüler ile anılıyor bugün ama bu film de romandan ve o diğer uyarlamadan bağımsız ele alınmayı hak ediyor.
(“Brideshead’e Son Gidiş”)