“Belki de her şey hayatı fazla ciddiye almakla başlıyor”
Bir boksörün komşusu olan bir kadına ilgi duyması ile başlayan olayların hikâyesi.
Stanley Kubrick’in senaryosunu, kurgusunu, görüntü yönetmenliğini ve yönetmenliğini üstlendiği ve kara film tarzında bir suç ve gerilim filmi. Filmin çok düşük bir bütçe ile çekildiği gerçeği kendisini film boyunca sürekli gösteriyor ve bunun en belirgin göstergesi de oyunculuklar. Özellikle baş roldeki Jamie Smith kendisini sürekli kasar bir halde ve özellikle vücudunu çok zorlayarak oyunuyor. O kadar ki bir süre sonra onun bu “tuhaf ve kötü” oyununun “tuhaf ve çekici” bir hale dönüştüğünü söylemek bile mümkün. Irene Kane ise onun yanında çok daha profesyonel bir görüntü veriyor ama onun oyunculuğu için kullanılabilecek en doğru kelime vasat sanırım. Yan karakterlerin tümü için de benzer bir yorum yapmak mümkün.
Ortalamanın oldukça altında kalan süresi ile bir hikâye veya novella tadı taşıyan bu filmde en cazip unsur elbette Kubrick’in damgasını taşıması. Yönetmen fotoğrafçılığının izlerini filmde sürekli gösteriyor ve özellikle siyah beyaz kontrastını başarı ile kullanıyor film boyunca. Hemen tüm kareler üstün bir mizansen anlayışı ile oluşturulmuş havasını veriyor. Boks maçı sahnelerinde örneğin bir Scorsese filmindeki altı çizilmişlik veya üzerinde çalışılmış bir görkem havasının yerine tek bir kamera ile çekilmiş, yalın, doğal ve kısa anlar var. Bir yumruğun atılması kadar kısa ve gerçek diye özetlenebilir bu anlar. Benzer bir biçimde plastik mankenlerin olduğu depoda geçen ve oldukça uzun süren kavga sahnesi yönetim becerisi olarak oldukça üst bir seviyede ama bu sahnede Frank Silvera’nın oyunu sanki bir Pembe Panter filminde Peter Sellers’ı izlediğiniz etkisi yaratmıyor da değil.
Filmin kısa süresi, hikâyesinin yalınlığı ve dağılmaması ve belki de en önemlisi Kubrick’in tarzı seyircinin ortaya çıkan eseri içine rahatça girebileceği ve kendisine ait küçük ve özel bir nesne gibi görmesini sağlıyor. Alçak gönüllüliğü filmi başta oyunculuk alanındaki olmak üzere çeşitli zaaflarına karşın işte bu nedenle samimi kılıyor. Bu zaaflardan biri de, elbette imkânların kısıtlılığından kaynaklanan, bazı olayları gösterme yerine kahramanların dilinden aktarma tercihi. Akışı biraz bozan bu durum kadının geçmişinin psikolojik analizinin de yetersiz ve aslında gereksiz kalmasına yol açıyor.
Dans salonundaki sahnelerindeki bilinçli yapaylık bana eski Türk filmlerindeki maalesef bilinçsiz (yani becerilememiş) dans veya pavyon sahnelerini hatırlattı ki her an görüntünün bir yerinden Suzan Avcı’nın çıkacağını düşündüm. Oysa burada bu sahneler filmin akışına ve havasına uygun bir katkı yapar durumdalar. Zaman zaman kullanılan el kamerası ile örneğin boks maçına hazırlık sahnesinde olduğu gibi etkileyici görüntüler oluşturan Kubrick kendine has bir gerilim filmi oluşturmayı başarmış denebilir rahatça. Karşılıklı pencereleri aracılığı ile birbirlerini gözetleyen kahramanlarımız filme bir yandan bir “röntgencililik” havası veriyor diğer yandan da kahramanlarımızın baştaki yalnızlıklarını vurgulayarak sonraki gelişmeleri daha anlamlı kılıyor. Değişik, çekici ve küçük bir film. Zayıf anlarında bile Kubrick’in has sinemacı kişiliğinin kendini gösterdiği bu film kesinlikle ilgiye değer.
(“Katilin Busesi”)