“Kendimden başka neden bahsedebilirim? Dürüst bir insanın bahsedebileceği tek konu bu”
Bir genç adamın bir bankada üç kişiyi öldürdüğü anın öncesinin yetmiş bir sahnede anlatılan hikâyesi.
Haneke’nin “Buzlaşma” üçlemesinin üçüncü ve son filmi. Dünyanın dört bir yanından savaş, katliam ve kriz görüntülerini içeren televizyon haberleri ile başlayan ve zaman zaman da bu haberlerin tekrarlandığı film bu başlangıcı ile içinde yaşadığımız ve birazdan bize izleteceği karakterlerin de yaşadığı dünyanın hal-i pür melalini gösteriyor bize. Soğuk ve bu tür haberleri kanıksamış bir spikerin sunduğu bu haberler etrafımızı kuşatan kötülüklerin, kabalıkların ve sapkınlıkların vurucu bir özeti oluyor bir bakıma. Türkiye’ye de iki referans var filmde. Haberlerin birinde PKK’nın sivil katliamları gösterilirken, havaalanında geçen bir sahnede gazete bayisinde Cumhuriyet gazetesinin görüntüsü geliyor ekrana. Bugün çekilse muhtemelen Zaman ile değişecek bir görüntü!
İletişim daha doğrusu iletişimsizlik ve yalnızlık film sık sık değinilen temalar filmde. Yalnız yaşayan yaşlı bir adamın muhtemelen çocuğu ile konuştuğu ve telefonu kapatmamak için konuşmayı sürekli uzatmaya çalıştığı sahne tipik bir Haneke soğukluğu ile anlatılıyor. Bebekli çiftin sabah erkek evden çıkarken yaptığı konuşmalar ve yine onların seni seviyorum ile sonuçlanan ani tokat sahnesi ve evlat edindikleri kimsesiz çocuk ile iletişim kuramayan çift de örnek gösterilebilir bu tipik Haneke sahnelerine. Tangram oyunu da üniversiteli gençlerin olduğu sahnelerde sık sık karşımıza geliyor. Yedi parçadan sonsuz sayıda anlamlı figürün üretilebileceği bu oyun belki de insanların onca güzel seçenek varken hayatlarını oluşturan parçalarla belki de en kötüsünü çıkarabildiğini söylüyordur, kim bilir? Özellikle ilk dönem filmlerinde tipik bir Haneke imzası olan tek planda çekilmiş ve uzun süren “anlamsız” sahneler bu filmde de yerini alıyor. Örneğin seyredenin sabrını zorlayacak kadar uzun süren pinpon antrenmanı sahnesi bir adamın aralıksız olarak bir makineden fırlatılan bir pinpon topunu karşılamaya çalışmasını gösteriyor bize.
Finalini bildiğiniz bir filmi yine de heyecan ile seyredebiliyor olmanız ve üstelik bu filmin o korkunç aksiyon filmlerinin aksine hikâyesini anlatırken seyirciyi avucunun içinde tutabileceği efektlere başvurmadan bunu başarabiliyor olması filmin en dikkat çekici başarılarından biri. Yalın ve yalın olduğu kadar da çarpıcı final bir kâbus gibi çöküyor seyircinin üzerine. Annesi ile yaptığı tüm o telefon konuşmalarının hiç çağrıştırmadığı bir harekette bulunan gencin bu noktaya gelmesinde yönetmen sanırım bireylerin birbirine karşı anlayışsızlığını, inceliklerin hayatlarımızdan gittikçe silinmesini, sıcaklığın kaybolmasını, ilişkilerin soğukluğunun rolünü işaret ediyor. Mekanikleşen hayatların insanı insan yapan duyguları, tavırları ikinci plana atmasının doğurduğu bir sonuç bu der gibi yönetmen. Bir televizyonun kapanışı gibi sona eren son kare etrafımızdaki tüm çılgınlıkları bir televizyon filmi seyreder gibi seyrettiğimizi yüzümüze çarpıyor. Savaşlar, kıyımlar bizim için bir televizyon şovundan farksız değil. Film boyunca birkaç dakika içinde gösterilen onca kötülük ve katliamlar sıradanlaşan, normalleşen “şeyler” sadece. ABD’nin Irak’ı işgalinin CNN’den canlı yayınlanan ve Bağdat gecelerini muhteşem renkleri ile aydınlatan bombaların süslediği bir televizyon programına dönüşmesi ve bunun da savaşı tüm asıl kavramlarından soyutlayıp bir şova çevirmesi gibi tıpkı.
Haneke bu filmde pek çok yönetmenin hikâyesini anlatırken hiç çekmeyeceği veya çekse bile kurguda atacağı sahneler ile çıkıyor karşımıza. Bir adım geriye çekilip baksak göreceğimizin sadece anlamsızlık ve hiçlik olacağını net bir dil ile bir kez daha ve çekinmeden söylüyor. Haneke yine sarsıyor bizi. Korkunç bir dünya bu.
(“71 Fragments of a Chronology of Chance” – “Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası”)