“Bu kitap bize tokat atana öteki yanağımızı çevirmemizi söylüyor. Bu kitabı okuyor ve imparator için daha iyi köleler oluyoruz”
İkinci Dünya Savaşı’nda Japonlara esir düşen Büyük Britanya askerlerinin Tayland ile Burma arasında bir demiryolu inşa ederken yaşananların hikâyesi.
Gerçek olaylardan esinlenen ve hikâyelerini anlattığı kişilerden ikisini finalde gerçek hayattaki görüntüleri ile karşımıza getiren film bir yandan savaş karşıtı bir tutum sergiliyor ama bir yandan da zaman zaman karikatürize tiplemelere dönüşen Japon karakterleri ile bu duruşundaki tutarlılığına zarar veriyor. Gerçek olayları anlattığını söyleyen hikâyenin gerçeklerden ne derece sapma gösterdiğini bilmek imkânsız ama sonuçta filmin temel amacı bu olmasa da savaşın çirkin yüzünü (savaşın güzel bir yüzünün olması mümkün olmadığına göre sadece yüzünü demek de yeterli aslında), anlamsızlığını ve neden olduğu kıyımları yeterince gösterdiğini söylemek mümkün. Film aslında temel olarak iki farklı tema üzerinden ilerliyor. Esirler arasında baş gösteren anlaşmazlık bunlardan birincisi; isyan ederek veya kaçarak onurunu korumak veya tüm o olumsuz şartlar altında mümkün olduğunca insanî bir şekilde sağ kalarak onurunu korumak ve burada sık sık dinsel referanslara, söylemlere de başvuruluyor. Bu dinsel refaranslar içinde de fedekârlık, bağışlama ve iyilik ile kötülüğün çatışması öne çıkanlar. İkinci tema ise filmde Japonlar üzerinde toplanmış olsa da benim genel olarak görmeyi yeğlediğim insanın insana yapabileceği zalimlikler.
Konusu açısından değerlendirildiğinde “The Bridge on the River Kwai” filmi ile oldukça benzerlikler gösteren bir film bu. Orada inşa edilen bir köprü idi ve İngiliz Komutanın inşasına zorlandıkları bu köprü için duyduğu başarma tutkusu filmi çok farklı yönlere taşıyordu. Burada ise inşa edilen üzerinden bir çatışma yok. Çatışma esirlerin kendi arasındaki takınmaları gereken tutum üzerine. Bir yanda onurlarını korumanın yolu olarak gururlu İskoçlara (ve İngilizlere) yakışanı yapıp kampta bir okul açan ve burada Eflatun ve Shakespeare tartışan ve sabretmeye sığınan daha entelektüel ve dinsel duyguları ağır basan bir kesim var, diğer tarafta ise çektikleri azaptan tek kurtuluşun bedeli ne olursa olsun kaçmak olduğunu düşünenler. İncil’in sık sık görüntüye geldiği ve çarmıha germe görüntülerine kadar giden görsel sembollerin olduğu filmi din olgusunu öne çıkarmakla eleştirmek mümkün ve doğal belki ama hikâyenin gerçek olduğu da unutulmaması gereken bir durum. Finalde görünen gerçek kahramanlardan birinin savaştan sonra bir Budist rahip olduğunu, diğerinin ise bir üniversite kilisesinin başına geçtiğini ve yönetmenin de misyoner bir aileden geldiğini bilmekte fayda var. Özetle Hristiyanlığın bağışlama, sabretme gibi kavramlarının epey arkasında duran bu hikâye epik bir dille anlatılan kimi sahnelerindeki propagandaya kayan anlatımına dikkat edilerek seyredilmesi gereken bir çalışma.
Hikâyesini olgun bir dille anlatan bir film bu ve kimi sahnelerde de (çarmıha germe, işkence sahneleri vs.) oldukça etkileyici bir dile sahip olduğu görülüyor. Kalabalık oyuncu kadrosu içinde Ciarán McMenamin’in öne çıktığı film başarılı finali ile de ilgi çekebilir. Yine de kahramanların iç seslerini duyacağınız gerçek bir “savaş filmi” seyretmek için tercih etmeniz gereken başka bir başyapıt olduğunu unutmayın. “The Thin Red Line” bu filmden çok daha fazlasını ve çok daha ustalıklı bir sinema dili ile söylüyor.
(“Savaşın Sonu”)