“Sen benim babamsın ve yanında kalmak istiyorum”
Babanın hastalığı sonucunda dağılmaya başlayan bir ailenin hikâyesi.
Danimarka sinemasından etkileyici bir film daha. Bir aile dramını sade ama etkileyici bir dille aktaran film aile olmak, kan bağından kaynaklanan ve bu nedenle seçimimizın dışında kalan ilişkiler, sorumluluk, seçimler ve bu seçimlerde ne kadar özgür olduğumuz üzerine hani nerede ise dört dörtlük bir anlatıma sahip.
Sıkı ve filmin havasına çok uygun bir bir soundtrack eşliğinde anlatılan hikâye babanın ciddi bir hastalığı atlatmasının coşkusunu yaşayan bir ailenin aniden çıkan ölümcül bir hastalık ile baş etmeye çalışmasını anlatıyor. Yıllardır ailesi tarafından işletilen bir fırının geleceği babanın ve dolayısı ile etrafındakilerin “babadan sonraki” hayatları ile ilgili kişisel kararları için bir sembole dönüşüyor adeta. Kararlarımızda ne kadar özgür olduğumuz, bireysel önceliklerimizin sevdiklerimizinkiler ile çatıştığında ortaya çıkan durum ve başkaları adına bir şeylerden vaz geçmek üzerine düşünceler üreten ve seyirciye sorgulatan film tüm bunları bağırmadan ve yalın bir senaryo eşliğinde anlatılan ve sıradan görünen bir hikâye aracılığı ile yapıyor. Filmin hikâyesi ticari bakışlı bir yönetmenin elinde çok başka noktalara kayabilir ve daha önce yüzlerce örneği çekilmiş dramlardan birine dönüşebilirdi ortaya çıkan film. Oysa burada anlatılan adeta gerçek insanların gerçek hikâyeleri; altı çizilmeden anlatılan, bizlerin ve etrafımızdakilerin her gün başına gelebilen türden ve işte o sıradanlığı nedeni ile çarpıcı bir normalliğe sahip olan bir hikâye.
Baba rolündeki Jesper Christensen hastalık öncesi ve sonrasında sanki iki farklı insana hayat veriyor ve baştaki hayat dolu insanın daha sonra dönüştüğü kişiyi böylece çok daha vurucu bir biçimde canlandırıyor. Büyük kızı rolündeki Lene Maria Christensen ise filmin göbeğinde yer alan kararların odağındaki kişiyi hikâyenin sunduğu potansiyelin ve normal şartlar altında beklenebileceğinin aksine çok sade ve hatta “soğuk” biçimde canlandırarak abartı tuzağına düşmeyen ve doğallıktan alınan güçle kalbe değil beyine hitap eden bir oyun veriyor adeta. Özellikle son yirmi dakikasında çarpıcılığı zirveye ulaşan filmin bu başarısında tüm oyuncu kadrosunun ciddi bir payı var özetle. Ölüm anı ve sonrası, ölünün törene hazırlanması gibi sahneler filmin hikâyesinden bağımsız olarak kendi başlarına küçük bir film bile olabilirmiş gibi duruyor.
Yönetmenin teknik oyunlara girişmediği ve sakin bir nehir gibi akıp giden film bir yandan bireyin ölüme karşı duruşunun da bir örneğini veriyor. Kendi tutkusunun kendisinden sonra da sürdürülmesi filmde adeta bireyin kendi ölümünü önemsizleştime ve böylece onu yok sayma vazifesi görüyor. İlişkiler hangi zorluğa nereye kadar dayanabilir, kararlarımız aslında ne kadar bireyseldir veya daha doğru bir deyişle kararlarımızın aslında ne kadarını biz alırız gibi sorular üzerine düşünmek (ama muhtemelen bir cevap bulamamak) için ve üzerinde durduğumuz zeminin nasıl her an ayağımızın altından kayabileceğini hatırlamak için. Duygusal, sessiz ve gerçek filmlerden.
(“A Family” – “Aile”)