“Doğduğumda şaman yüzüme bakmış ve lanetli olduğumu söylemiş”
İnsanlardan uzakta yaşayan iki kadın ve donmak üzere iken buldukları bir adamın hikâyesi.
Kutuplara yakın bir yerde geçmesi dışında mekân ve zamanın belirsiz kaldığı, hikâyenin geçmişte mi yoksa hatta gelecekte mi geçtiği sorusunun da cevapsız kaldığı bu film, bu özellikleri açısından yönetmeni Asif Kapadia’nın kişisel tarzını çok iyi yansıtan bir çalışma. Hikâyesi ilginç, Michelle Yeoh başta olmak üzere oyuncuları başarılı ve sonuç olarak kendisini seyrettirmeyi başaran bir film.
Görselliğin kendisinin ve kullanımının çok üst düzeylerde seyrettiği film yönetmenin başarılı çerçevelemeleri de eklenince öncelikle görsel çarpıcılığı ile dikkat çekiyor. Buzullar, buz denizi, ıssızlığın ortasındaki küçük insan ve çadır figürü gibi unsurlar ile görsel ve zaman zaman insan seslerinin veya insanın neden olduğu seslerin tümüyle kaybolduğu ve sadece mekânın doğal seslerinin duyulabildiği kareleri ile işitsel açıdan teknik yönü çok güçlü bir film bu. Sık sık belgeselin doğallığını hatırlatan havası da filmin etkileyiciliğine katkıda bulunuyor. Yönetmen doğal bir şekilde gerçekleştirdiği ve bu nedenle bir parça dikkatle takip edilmesi gereken geriye dönüşlerle hikâyesini ustalıkla aktarmayı da başarmış görünüyor. İngiliz yazar Sara Maitland’ın dünyanın çeşitli yörelerinde geçen mitolojik kara kısa hikâyelerini topladığı kitabındaki aynı isimli hikâyeden uyarlanan filmin toplamda bakıldığında amaçladığı etkiye ulaştığını söylemek gerek ama gücünü oluşturan unsurlardan bazılarının aynı anda çarpıcılık ve rahatsız edicilik gibi birlikte olması kafa karıştırabilecek sonuçlar da doğurduğu bir film bu.
Hikâyesinin gelişimi boyunca seyirciyi fark ettirmeden yavaş yavaş hazırlıyor olsa da finale doğru gelişen olaylar hazırlıksız yakalanacak bir seyirciyi rahatsız etme riskini de taşıyor. Vahşete varan final görüntüleri özellikle filmin içine sızmayı başarmış seyircisini ürkütebilir çünkü ağırlıklı olarak üç kişi arasında geçen film minimum (ama çok başarılı) müzik kullanımı, sessiz anları ve dikkatin kendi üzerinden ayrılmasına hemen hiç izin vermeyen görüntüleri ile yüksek konsantrasyonla izlenmeyi gerektiriyor ve işte tam da bu nedenle bu kadar yakından takip ettiğiniz kişilerin olduğu bir hikâyenin finalde vardığı sertlik noktası ciddi bir rahatsızlık verebilir. Bu duygu filmin başarısızlığını değil tam aksine başarısını da gösteriyor olabilir ama sonuçta bir rahatsızlık duygusu ile baş etmek gerekiyor filmin bitiminden sonra.
“Küçük hikâyelerin” bazen “büyük hikâyelerden” ne kadar daha fazla etkileyici olabildiğini gösteren film görsel çok yönü güçlü bir yönetmenin elinden çıktığını hissettiren ama kendinizi huzursuz hissettirecek bir eser. Yalnızlık, aşk, güvensizlik ve kelimenin her anlamı ile boşluklar üzerine bir çekici deneme. Sonsuz gibi görünen geniş alandaki çadıra hüzün içinde ve uzaktan bakan annenin yer aldığı kare ve burada hissettrdiği duygu için bile seyre değer.
(“Uzak Kuzey”)