Les Rivières Pourpres – Mathieu Kassovitz (2000)

“Bizler hem efendiyiz hem köleyiz. Hem her yerdeyiz hem hiçbir yerde. Bizler kızıl nehrin efendileriyiz”

Gizemli bir cinayeti araştıran bir dedektif ile bir adi hırsızlığı araştıran başka bir dedektifin iki olayın bağlantılı olduğunu keşfetmeleri ile gelişen olayların hikâyesi.

Gizem dolu romanları ile ünlü Fransız yazar Jean-Christophe Grangé’nin romanından uyarlanan ve senaryosunu da yazarın filmin yönetmeni Mathieu Kassovitz ile birlikte yazdığı bir film. Romanın popülerliğini sinemaya taşımayı deneyen ve genel olarak bunu da başaran çalışma, gizem ve aksiyon dolu filmlerden hoşlananları tatmin edecek, tekniği sağlam ve aksamayan bir tempo ile anlatılmış bir film.

1995 yılında çektiği “La Haine” ile sadece Fransız sinemasında değil uluslararası alanda da kendine saygın bir yer edinen Mathieu Kassovitz daha sonra bu çıkışın arkasını getiremedi ve aralarında “Gothika” gibi filmlerinde de yer aldığı hayli ticari bir sinema kariyerine geçiş yaptı. 2000 tarihli bu filminde ise örneğin bir “La Haine” düzeyinden hayli uzaklara düşmüş ama sonuçta ortaya kendisini kesinlikle izleten, görüntülerinin ve tekniğinin başarısı ile dikkat çeken bir çalışma koymuş. Çekimlerin ağırlıklı olarak yapıldığı yörenin doğasını ve özellikle karlı ve buzullarla kaplı manzarasını etkileyici biçimde kullanan film benzer şekilde başta üniversite binası olmak üzere mekânları da hikâyenin parçası yapmayı başarıyor ve amaçladığı tedirgin ediciliğe ve heyecanlı atmosfere ulaşmayı başarıyor. Hikâyesinden çok fazla bir şey beklememek gerek bu tür filmlerin; sonuçta karşımızdaki sürükleyici anlatımı ile hani özellikle metrolarda okunan türden bir poüler romandan uyarlama bir film. Çok fazla derinlik beklenmemesi gereken film, bu türün sıkı okurlarının/seyircilerinin baştan pek çok şeyi tahmin edebileceği bir olay örgüsüne sahip. Üniversitenin daha ilk görüntüsünde bu mekânın filmdeki rolünü ve bir süre sonra da burada neler olup bittiğini keşfediyorsunuz ve finaldeki sürpriz de beklendiği kadar etkileyici olamıyor ve seyircide bir parça yarım kalmışlık hissi bırakıyor. Hikâyenin kendisini bu kadar çabuk ele vermesi belki bilinçli bir tercih ama sonuçta seyredeni hayal kırıklığına uğratma riski taşıyor bu seçim. Hikâyedeki kimi olan biten de (Reno’nun her zamanki yüz ifadesini hiç değiştirmeden oynadığı Paris’li dedektifin buzullardaki şovu, Vincent Casell’in sağlam oyunu ile öne çıkan ve Reno’yu birlikte göründüğü tüm sahnelerde geri plana iten yerel dedektifin mezarlıkta tek başına araştırma yapması vs.) inandırıcılığı zorluyor zaman zaman ama film tüm bunları sıkı Amerikan filmlerini aratmayan başarılı çekimleri ile önemsiz kılmayı başarıyor. Köprü üzerinde sonuçlanan arabalı takip sahnesi, hayli etkileyici çığ bölümü ve stad içindeki kovalamaca anları kesinlikle başarı ile kotarılmış anları filmin. Buna karşılık yerek dedektifin doğallığını ve öfkesini göstermek için hikâyeye eklenmiş görünen dazlaklarla kavga sahnesi gereğinden fazla uzunluğu ile anlamsız durmuş filmde.

Bir filmin müziğinin nasıl olması gerektiğine iyi bir örnek teşkil edebilecek Bruno Coulais’nin başarılı müzik çalışması, Thierry Arbogast’ın çok etkileyici görüntüleri ve hikâyede kimi aksamalara karşın gizemi ile popüler sinemanın seyre değer örneklerinden biri karşımızdaki. 2004 yılında ilkinin gerisinde kalan bir devamı da çekilen film gizemli polisiyelerden hoşlananlar için Fransız sinemasından çekici olabilecek bir çalışma özetle.

(“The Crimson Rivers” – “Kızıl Nehirler”)

(Visited 93 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir