“İnsan denizi almaz / Deniz insanı alır / Beni de almıştı bir zamanlar / Hatırlıyorum”
Geçmişi karanlık bir genç kadın ile bir balıkçı adamın aşk hikâyesi.
Fransız yönetmen Alix Delaporte’un ilk uzun metrajlı filmi. Bir eleştirmenin deyimi ile “güzel bir kalbi olan küçük bir film”. Yalın anlatımı, gözlemci tavrı ve doğallığı ile dikkat çeken çalışma bir mucizeyi ama gökten gelen değil bizlerin yaratabileceği bir mucizeyi anlatıyor ve popüler sinemanın altını çizen, zorlayarak ikna etmeye çalışan ve gösterişli tarzından hayli uzaklara düşen bir tercih ile seyircinin kalbini kazanıyor. Bittiğinde kahramanlarından ayrı düşeceğiniz için üzüleceğiniz türden bir film.
Sert görünümlü ama yüzünden hiç eksilmeyen bir hüznü ile dolaşan kadında Clotilde Hesme ve sessiz ve dürüst adamda Grégory Hadebois’nin harikalar yarattığı filmde karakterlerin orta ve çalışan sınıftan seçilmiş olması senaryonun en büyük artılarından biri. Balıkçı kasabasındaki hayat, uygulanan ekonomik politikalar nedeni ile polisle çatışan balıkçılar ve kasabada yaşayanların hayatlarının emek üzerine kurulu olmasından kaynaklanan gerçekçi ve doğal görüntüleri filmin sinemada pek az rastladığımız sahicilik duygusunu seyirciye geçirmesini sağlıyor. Finaldeki mucizeye rağmen filmin en küçük bir yapaylık duygusunu bile hissettirmemesi işte bu sahici tavrın sonucu olsa gerek. Kadının adamla, adamın annesi ve kardeşi ile veya tüm kasabalılarla ilişkisinin gelişim çizgisi sonuçta aynı noktaya varsa da film hemen hiçbir anında benzeri bir Amerikan filminin hissettireceği ve anlatılanın bir yapay hikâye olduğunu düşünmekten kaynaklanan rahatsızlığı geçirmiyor seyredene. Tüm bu doğallıkta elbette iki baş oyuncusunun ve onlara eşlik eden başta anne rolündeki Evelyne Didi ve kardeş rolündeki Jérôme Huguet olmak üzere tüm kadronun da ciddi bir payı var. Kadının içinde bulunduğu ruh halinin sembolü gibi görünen bisiklet ile yaptığı yolculuklarda, örneğin mutsuzken bisikletinin yalpalaması, buna karşılık mutlu olduğunda bisikleti ile kayar gibi hareket etmesi gibi kimi sembolik anlatımlar da bu doğallığı bozmuyor.
Herhangi bir ilişkinin veya daha özelde bir aşk ilişkisinin doğal seyrini anlatmaya soyunan film sinemaya da en benzersiz temiz yüreklerden birini armağan ediyor erkek kahramanı ile. Bu başlangıçta soğuk görünen iri adamın, kalbinin temizliği, hoşgörüsü ve her türlü çıkardan uzak sevgisi filmin mucizesinin de mimarı olurken örneğin annesinin baştaki katılığı ile simgelenen ön yargıların insanlara neler kaybettirebileceğini gösteriyor. Kahramanlarını ticari pek çok filmin aksine süslemeyen bir film karşımızdaki. Ne zenginlik, ne çarpıcı güzellikler, ne bir takım özel yetenekler ne de erotizmden aksiyona etkileme garantisi olan öğeler var bu filmde. Gerçek bir emekçi dünyanın sinemanın favorisi olan beyaz yakalıların dünyasından ne kadar farklı ve asıl olduğunu hatırlatan bir film kesinlikle saygıyı hak eder ama bu film bundan da önce sevgiyi hak ediyor sanırım. Finalde deniz kıyısında geçen sahne başta olmak üzere etkileyici anlara sahip olan eser denizde kaybolan babanın (umutsuzca) aranması ile sanki insanlara kaybedilenin, yaşananların değil yaşanacakların ve her an bir örneğini yaratma potansiyelini taşıdıkları küçük mucizelerin peşinde olmalarını salık veriyor. Bağımsız ve küçük bir film bu. Hâlâ umut var dedirten, sıcak ve gerçek bir film. Belki bir başyapıt olmak için yeterince güçlü değil ve senaryonun örneğin polisle çatışmalarda olduğu gibi kimi yan temaları unutuvermesi veya bisiklet örneğinde olduğu gibi kimi sembollerin basitliği rahatsız edebilir ama ne olursa olsun kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Mathieu Maestracci’nin yalın ve gönül çelen müziği, Normandiya kıyılarının başarı ile görüntülendiği kareleri ve diğer her şey bir yana Clotilde Hesme’nin finaldeki mutluluğun şaşkınlığını ve coşkusunu taşıyan bakışı için de görülmeli.
(“Angèle and Tony” – “Angèle ve Tony”)