“Savaşlarını mahvetmeye çalıştığım için onlar da beni mahvetmeye çalışıyorlar”
Eline tesadüfen Danimarkalı askerlerin Irak’ta yaptıkları işkencelerin fotoğrafları geçen bir senaristin hikâyesi.
Cannes’da Altın Kamera ödülü kazanan ilk sinema filmi “Reconstruction” ile büyük beğeni toplayan, benzer temalı diğer filmlerinde ilk filmindeki tarzını sürdürse de ilk filmin başarısının gerisine düşen Danimarkalı yönetmen Christoffer Boe’dan yine gerçek ve hayalin iç içe geçtiği bir film. Yönetmenin bu filmde de kendisini gösteren temel sıkıntısı “Reconstruction” adlı ilk çalışmasında çok iyi işleyen, “Allegro” adındaki ikinci filminde nispeten başarılı olan formülü sürekli tekrarlıyor olması. Geçmiş, hayaller ve saplantılar ile örülü bir hayat süren erkek karakter formülü bu filmde yönetmene çok da yaramamış görünüyor ama yönetmenin ilk önce bu filmini görecekler için yeterince orijinallik var filmde.
Senaryo paralel olarak iki hikâyeyi anlatıyor; Irak’a tercüman olarak giden ve oradan işkence fotoğrafları ile dönen Arap asıllı bir Danimarkalı ve arabası ile ona çarpınca fotoğrafların olduğu çanta kendisinde kalan, yazmakta olduğu ve bitiremediği senaryonun stresi içindeki adamın hikâyeleri paralel kurgu ile anlatılırken film bir şekilde yeterince çarpıcı olamamış ama kağıt üzerinde parlak bir fikir olarak görünen sonu ile seyircisini şaşırtmayı deniyor. Senaristin yazmakta olduğu senaryonun savaş hakkında olması, bir türlü ilerlemeyen senaryonun yarattığı stresin yazarda neden olduğu saplantı ve film boyunca sık sık başvurulan “tilt-shift” yöntemi tüm gördüklerimizin (veya en azından gördüklerimizin bir kısmının) yazarın hayal ürünü olduğu düşüncesini doğuruyor ama bunu kesin bir sonuca da bağlamıyor hikâye. Gerek görüntünün bir kısmını flu bir hale getirerek flu alanlar arasında kalan net alan içindeki objelere minyatür etkisi veren tilt-shift yönteminin kullanımı gerekse zaman zaman görüntüye gelen ve çevrilecek filmin setlerinin maketi havasını taşıyan nesneler ve elbette yazarın karısı ile ilgili olarak sonda ortaya çıkan gerçek olan bitenin “yazarın hayali” olduğunu güçlü bir biçimde destekliyor aslında ama bir şekilde film gerçekliğin de tamamen elini bırakmıyor hikâye boyunca. Daha doğrusu bırakmadığını düşünüyor ama daha açılış jeneriğinden başlayarak bizi bir adamın hayalleri ile baş başa bırakacağını yüksek sesle söyleyerek kendi elini zayıflatıyor.
Evlat edinmek için gittikleri Doğu Avrupa ülkesinde sorun çıkacağını düşünen karısını her şeyin yolunda gideceği konusunda rahatlatmaya çalışan senarist ile Irak’a giderken geride bıraktığı kız arkadaşına yine her şeyin yolunda gideceğini söyleyen gencin sözleri hikâyede doğrulanmıyor ve film etrafımızı saran kötülükler karşısında acizliğimizin altını çiziyor. Bu acizliğimizin ve ne kadar kötü bir dünyada yaşadığımızın temel göstergesi ise elbette filmde birkaç kez görüntüye gelen işkence fotoğrafları. Kuzey Avrupa’nın bu uygar refah ülkesinin askerlerinin evlerinden binlerce kiliometre uzaktaki topraklarda işlediği insanlık suçunun görüntüleri filmin iki erkek kahramanının ifade ettiğinin aksine hiç de her şeyin yolunda gitmeyeceğini söylüyor altını çizerek ve erkek karakterlerin boş çıkan inançlarının değil kadın karakterlerin endişelerinin yanında yer tutuyor.
Tüm oyuncu kadrosunun parlak performanslar sergilediği filmde bugünlerde “Melancholia” filmindeki parlak başarısı ile dikkatleri yine üzerinde toplayan görüntü yönetmeni Manuel Alberto Claro da gerek kullandığı teknikler gerekse ışık tercihleri ve özellikle filmin kimi “parlak” anları ile takdiri hak ediyor. Gerçek ile hayal arasında seyircisini yeterince doğru konumlandıramayan, sonradan peşini bıraktığı gerilim atmosferini sürükleyici kılamayan film bir “Reconstruction” değil ama oyunculukları, hayali bir hikâyenin parçası olarak karşımıza gelse de savaşın acımasızlığını göstermesi ve kimi stilize anlarındaki başarısı ile ilgiye değer bir çalışma. Askere giden adamın veda sahnesi ve hemen bu sahneden geçiş yapılan işkence sahneleri bile tek başına filmi seyretmeyi anlamlı ve gerekli kılıyor.
(“Everything will be Fine” – “Her Şey Güzel Olacak”)