“Olayları takip edersen, resmi daha iyi görürsün. İçgüdülerini takip edersen, muhtemelen başın derde girer. Yok eğer parayı takip edersen, yüzde doksan gerçeğe daha çok yaklaşırsın”
40’lı yılarda petrole sahip bir arazi üzerinden çatışan güçlerin arasına düşen bir özel dedektifin hikâyesi.
Roman Polanski’nin 1974 tarihli başyapıtı “China Town” filminin devamı. Her iki filmin de senaristi olan Robert Towne bir üçleme olarak düşündüğü hikâyelerinin ilkinde su konusunu, bu filmde ise petrolü ele alırken, sinemaya aktarılma şansı bulamayan üçüncüsünde otoyol ile ortaya çıkan çevre sorununu işlemeyi planlamıştı. Jack Nicholson’ın bu üçüncü ve son yönetmenliği kendi başına ilgi çekici bir film olmayı başarıyor ama kimi kusurları ile “China Town” adlı filmin epey gerisinde kalıyor ve Polanski’nin bir hikâyeye kattığı ve çoğu zaman rahatça kutsallığı ile tarif edebilecek dokunuşunun da ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor.
Bir sinema filmini kendi başına ele almayıp şu ya da bu nedenle bir başka film ile kıyaslayarak yargılamak elbette nesnel bir yaklaşım değil ama söz konusu olan başyapıt niteliğindeki bir filmin devamı ise ve aynı baş karakterin hikâyesini anlatıyorsa ister istemez bir karşılaştırmaya başvuruluyor ve “The Two Jakes” filmi de bundan zarar görüyor maalesef. Öncelikle hikâye ilk filmdeki kadar güçlü ve çarpıcı değil ve ilk filmde tanıdığımız dedektif karakterin üzerine yeni bir şey eklenmeyince senaryo zayıf kalıyor ilkine göre. Evet zayıf kalıyor ama Towne ilk filmdeki karakterlere yeni ekledikleri ile iyi ile kötünün çarpışmasını yine de ilgi çekici kılmayı başarıyor bu filmde. Jack Nicholson’ın ilk filmin belki biraz gerisinde kalan oyunculuğunu yine de etkileyici bir şekilde hizmetine sunduğu film dedektif karakterinin ilk filmdeki trajik olayların etkisini hâlâ içinde taşıdığını göstererek hüzünlü bir hava da yaratmayı başarıyor. Geçmişi geride bırakabilmenin “imkânsızlığı” üzerine de dokunaklı sahneleri var filmin ve aşkın ille de olumlu olarak sınıflanamayacak hareketlere neden olabileceğini söylüyor seyredene. Finalde yer alan ve Jack Nicholson’ın dedektif karakteri ile Harvey Keitel’in canlandırırken üzerine düşeni yapmış göründüğü emlakçı karakteri arasındaki sahne de hem her zaman görünenin arkasına bakmak gerektiğini, iyi ile kötü arasındaki çizginin o kadar da kalın olmadığını ve aşkın hayatlarımızdaki pek çok kararımızın arkasındaki en güçlü dürtü olduğunu göstermesi ile senaryonun parlak anlarından birine örnek oluşturuyor.
Filmin ara sıra beliren karanlık havası da filmin artılarından biri ve kimi komedi anları da bu havaya zarar veriyor zaman zaman. Örneğin dedektifin bürosunda dedektif ile Madeleine Stowe tarafından biraz abartılı bir oyunculukla canlandırılan öldürülen adamın karısı arasında geçen sahne fazla gösterişli olması ve hikâyeye bir şey katmaması ile filmin zayıf anlarından birini oluşturuyor. İlk filmde de çalışan Vilmos Zsigmond’un sarı ve kırmızı gibi sıcak renklerden oluşan görüntüleri, zaman zaman meydana gelen depremlerin yarattığı tedirginlik ve Nicholson’ın sık sık dozu kaçsa da (ve dedektifin ağzından anlatılan ucuz dedektiflik romanlarındaki cümleleri fena halde çağrıştırsa da) bize duyurulan ve hikâyeye karakterinin ağzından derinlik katan sözleri filmin karanlık ve bunaltıcı havasını destekliyor. İlk filmde de olduğu gibi burada da hırpalanmaktan kurtulamayan dedektif Jake Gittes’in doğalgaz patlaması ile havaya uçtuğu sahne filmin mizansen olarak en iyi başarılmış anlarından biri ve keşke bunlardan daha çok olsaydı dedirtiyor seyredene.
Hedeflediği kadar karanlık olması, senaryonun ilk filmin havasını devam ettirmek ile yetinmek yerine hikâyeye ve atmosfere yeni boyutlar katması ve ilk filmdeki gibi Nicholson’ın karşısında Faye Dunaway’in kırılgan karakterinin yarattığı gücü taşıyanbir karakterin var olması durumunda rahatça başarılı kelimesinin kullanılabileceği bir eser olurdu bu film. Bu son koşul önemli çünkü senaryo bu kez dedektif ve onun gözünden ve onun referansı ile izlenebilen diğerleri gibi bir ayrım yapmış durumda ve bu da filmin çarpıcılığını eksik kılıyor. Nicholson’ın yönetmenlik becerisi de hikâyeyi doğru ve güçlü bir sinema dili ile karşımıza getirmeye yetmeyince şunu söylemek kaçınılmaz oluyor: Polanski’nin elinden çıksaydı muhtemel bir yeni baş yapıt ile karşı karşıya kalabilirdik.
(“Dedektif Jake”)