“Atımın sadece iki ayağı var. Yoksa yarışı o kazanırdı”
Zengin bir adamın bacakları mayında kopan çocuğunu taşıması için kiraladığı bir çocuğun hikâyesi.
İranlı sinemacı Samira Makhmalbaf’ın insanın insana yapabilecekleri üzerine sert bir film. Afganistan’da geçen film özellikle mekanları açısından bakıldığında zamanı belirsiz bir çağda yaşanan bir hikâyeyi, seyredeni olumsuz ve kötücül havası ile yorabilecek ve hatta tepki doğurabilecek bir tarz ile anlatıyor. Nitekim Toronto Film Festivalindeki dünya prömiyerinde seyircinin olumsuz reaksiyonları ile karşılaşan filmin yönetmeni de senaryoyu ilk okuduğunda filmi yapmaya hiç sıcak bakmadığını söylemiş ve sonuçta ortaya çıkan eser gerçekten de seyredeni ikircikli bir durumda bırakacak bir çalışma olarak görünüyor.
İktidar mücadelesinin veya daha doğru bir deyiş ile güçlünün zayıf üzerinde kurduğu ezici bir totaliter iktidarın metaforu olarak görülebilecek hikâyenin bu denli sert görüntüler ile anlatılmasının ne derece doğru olduğu film boyunca sık sık aklına takılacaktır seyredenin. Arada sırada karşımıza çıkan birkaç sahne dışında film umudu tamamı ile yok ediyor ve para karşılığı verilen bir hizmet olarak başlayan işin “at” rolü üstlenen çocuğun kişiliğini tamamen yitirdiği, insanlığından uzaklaştığı ve bir ata dönüştüğü bir sonuca varması ile hikâye sona erdiğinde kendinizi oldukça kötü hissediyorsunuz. Son dönem İran sinemasının sıradanlığın içindeki şiirselliği yakaladığı, sergilediği ve hatta dönüştürdüğü örneklerinden çok farklı bir yerde duruyor bu film. Oysa mekanlar açılış anından itibaren zararsız ve başarılı bir egzotizme kaynaklık edebilecek güzellikte ama hikâye bilinçli bir tercih ile gerçekleri yumuşatmıyor, aksine sertleştiriyor ve nerede ise son dönem tiyatro dünyasının moda akımı olan “in ya face” tarzında bir atmosfer ile seyircinin yüzüne çarpıyor görüntüleri. Zor koşullar altında yaşayan/yaşatılan bir insanın hayatta kalabilmek için katlanabileceği aşağılamanın, şiddetin ve sömürünün sınırsızlığı elbette daha yumuşak bir dil ile anlatılabilirdi ama filmin yaratıcıları bunu değil aksini tercih etmişler diye özetlenebilir filmin yaklaşımı.
Yönetmenin ifadesi ile film ezen ile ezilen arasındaki ilişkinin üç safhasını (tarafların birbirini tarttıkları ve ezenin devrim sonucu iktidarını yitirme ve ezilenin işkence ve mahkumiyet korkusunu yaşadıkları birinci dönem, ezen ve ezilenin birbirine benzemeye başladıkları ikinci dönem ve sado-maşozist bir ilişkiye girilen üçüncü dönem) anlatan film hayli etkileyici sahnelere de sahip. Örneğin iki çocuğun (binicinin ve atının) gerçek atlıların ve binicilerin içinde koşuşturduğu sahnenin kurgusundan veya filmin çarpıcı bir açılışa sahip olmasına kaynaklık eden sahnede onlarca çocuğun yerin altından yüzeye tüneller aracılığı ile ve adeta böcekler gibi çıktığı anlardan etkilenmemek mümkün değil. İki baş oyuncusundan özellikle ezilen rolündeki Ziya Mirza Mohamad’in filmin sertliğini daha da artıran başarılı oyunculuğunun da dikkat çektiği filmin umudu bunca imkânsız gösteren tercihi bir yana bırakılırsa filmin bir başka eleştiriye açık tercihi de sık sık tekrarlanan sahneleri ile filmin süresinin görece uzunluğu. Görece çünkü film 100 dakikalık süresi ile ortalama bir süreye sahip ama hikâye tüm o sembolleri, allegorileri ve metaforları ile orta metrajlı bir film kapsamında da anlatılabilirmiş açıkçası.
Evet sertliği, karamsarlığı ve umutsuzluğu ile yorması kesin olan ve kişisel olarak sertlik dozunun kaçırıldığını düşündüğüm bir çalışma karşımızdaki ama film bilinçli olarak tam da bunu amaçlamış. Bu tercihin gerekliliği ve doğruluğu tartışılabilir ve tartışılmalı ama içinde yaşadığımız dünya da bu derece sert değil mi? Özellikle de yukarıda bahsettiğim ezen ve ezilen arasındaki ilişkinin ilk iki aşamasını çoktan ve üstelik gönüllü olarak geride bırakmış bir ülkede yaşayanlar için sert ifadesi anlaşılmaz bile olabilir; onlar için olması gerekendir yaşananlar.
(“Two-Legged Horse” – “İki Bacaklı At”)