“Ya bizimlesin ya bizden değilsin. Ortası yok bunun”
Günümüz Napoli mafyasının farklı karakterler üzerinden anlatılan hikâyesi.
İtalyan yönetmen Matteo Garrone’den Cannes’da Jüri Büyük Ödülü kazanmış ve 40 ve 50’li yılların Yeni Gerçekçilik akımından izler taşıyan, sert ve yalın bir film. Eser ne “Godfather” serisinde olduğu gibi nerede ise bir epik güzellemeye dönüşüyor ne de klasik Hollywood sinemasının ahlâkçı yaklaşımının ders veren ve cezalandıran baş öğretmen üslubunu tercih ediyor. Karşımızdaki nerede ise belgesel tadında, sert ama bu sertliği sinemasal numaralardan değil gerçeğin olduğu gibi sergilenmesinden kaynaklanan ve Scorsese’in karakterlerini tanrılaştırdığı (ki bu tanrılar elbette mitolojideki gibi iyi ve kötü tanrılar olarak ikiye ayrılırlar) gösterişli filmlerinin tam zıttı yönde ilerleyen bir film.
Filmin adı dinsel metinlerde yozlaşmanın sembolü olan Gomora şehri ile Napoli yöresinin mafyası olan Camorra’nın isimlerinden oluşturulan bir kelime ve film hayatın tüm boyutları ile yozlaştığı bir dünyayı çarpıcı bir biçimde sergiliyor. Roberto Saviano’nun romanından uyarlanan senaryonun gerçekçiliği çarpıyor seyredeni öncelikle. Bu gerçekçiliğin iki örneği olarak romanın yazarının Camorra’nın tehditleri nedeni ile koruma altında yaşıyor olmasını ve filmdeki karakterlerden birini canlandıran bir oyuncunun Mafya bağlantıları nedeni ile filmin çekildiği yıl tutuklanması olarak gösterilebilir ama bu gerçekçiliğin sinemasal izleri de en az o kadar önemli. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve 50’li yılların ortalarına doğru etkisini yitiren ama sinemaya önemli başyapıtlar armağan eden İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının bir yeni örneği adeta film. Filmin stüdyo ortamında değil hikâyenin geçtiği gerçek mekanlarda çekilmesi, ağırlıklı olarak amatör ve nerede ise kendini oynayan oyunculardan oluşturulan bir kadro ve anlatılanın yoksul ve emekçi sınıflara ait bir hikâye olması gibi kimi temel özellikler bu filmde yerlerini almışlar. Bu özelliklerin sonuncusu söz konusu hikâyenin mafya ile ilişkili olmasına ters düşmüyor çünkü senaryo aslında bu suç organizasyonunu değil birbirleri ile çakışmayan ama paralel olarak anlatılan beş hikâyenin altı temel kahramanını anlatıyor bize. Bu altı bireyin devletin adeta ortalıktan çekilmiş göründüğü bir suç dünyasındaki bireysel kurtuluş mücadeleleri filmin asıl odak noktası ve bu mücadelelerin kimi o suç dünyasının parçası olmaya, kimi ise o dünyadan kopmaya çalışmanın örnekleri. Filmin sonunda bu bireylerin akıbetleri, belirsiz olarak bırakılanlar dahil olmak üzere pek umut vaat etmiyor ve film bu anlamda Yeni Gerçekçilik akımının karakterlerin alt sınıflardan seçilmesi geleneğine de uymuş oluyor.
Mekanların çarpıcılığı filmin etkisini artıran noktalardan biri olarak görünüyor. Başarısız bir sosyal konut projesinin sonucu gibi görünen binalar filmin umut vermeyen havasını destekliyor ve hikâyenin süssüz, sert ve soğuk havasını destekliyor. Kameranın hareketli havası ve yönetmenin kendisini doğrudan hissettirdiği nadir anlar dışındaki kamera açıları kamerayı ve dolayısı ile seyredeni de görüntülediği/seyrettiği karakterlerden biri haline getiriyor. Hikâye bilinen anlamı ile bir kahraman içermiyor belki ama kimi karakterlerin onları bir çıkışa götürüp götürmeyeceği belirsiz ve hatta götürmesi imkânsız görünen seçimleri yine de bir parça ferahlatıyor seyredeni. Yoksa uyuşturucudan katliamlara, ihale oyunlarından halkın her türlü sömürüsüne tüm kötülüklerin egemen olduğu bir dünyayı seyretmek çok zor olurdu. Karakterlerin tercihlerinin ve/veya akıbetlerinin belli olduğu son yarım saati ile daha da elle tutulur bir güce ulaşan film kuryenin baskına uğradığı veya genç bir adamın arabadan atması istenen bir kasa şeftaliye baktığı sahneleri ile yönetmeninin becerisini de gösteriyor bize. Kamyonuna atlayıp çekip gidebilen veya yozlaşma ile örülü bir gücü ve zenginliği ret eden karakterleri ile film tüm sertliğine ve kötücül atmosferine rağmen yine de farklı bir yol olabilir belki diyor bize.
(“Gomorrah”)