“Hayatta olduğun için, gençler ölüyorken yaşadığın için, sen de utanmıyor musun benim gibi?”
Yaşlanmakta olan ağır hasta bir kadının bir genç adam ile arkadaşlığının hikâyesi ve bu hikâyeyi filme çeken film ekibinin ve kadını oynayan aktristin hikâyesi.
Bu filmi çektiğinde 83 yaşında olan ve şu anda Lech Walesa üzerine bir film üzerinde çalışan Polonyalı usta sinemacı Andrzej Wajda’dan hüzün, melankoli ve kaybetme duygusunun el ele gittiği ve kimi özellikleri ile hayli kişisel, sadece yönetmeni için değil ama ondan daha fazlası ile baş oyuncusu Krystyna Janda için kişisel, bir film. Kişisel çünkü film Wajda ile pek çok filmde çalışmış olan ve 2008’de ölen usta görüntü yönetmeni Edward Klosinski’ye ithaf edilmiş ve Klosinski Krystyna Janda’nın da eşi. Senaryosu Jaroslaw Iwaszkiewicz’in aynı adlı kısa hikâyesinden, Macar yazar Sándor Márai’nin bir hikâyesinden ve Janda’nın eşinin hastalığını öğrenmesinden ölümüne kadar olan süreci kendi duyguları üzerinden anlattığı ve kendisinin yazdığı monologdan Wajda tarafından yazılmış filmin. Bunca kişisel olayın iç içe geçtiği bir yapım hikâyesi var filmin ve Wajda bir yandan yaşlı kadın ile genç erkek arasaındaki arkadaşlığı anlatan filmi getiriyor karşımıza, diğer yandan da bu filmi çeken ekibi ve baş kadın oyuncunun duygularını. Ortaya çıkan ise alçak gönüllü ama kesinlikle etkileyici bir film.
Geçmişteki trajik kayıpları ile (İkinci Dünya Savaşında iki oğlunu kaybetmiş) hâlâ baş etmeye çalışan kadının, yakalandığı ağır hastalık sırasında tanıştığı bir genç erkek ile yaşadığı kısa süreli ilişkiyi anlatan film içindeki film başta Janda’nın dokunaklı oyunu ve Pawel Sjazda’nın sevimli genç karakterini elle tutulur hale getiren oyunu olmak üzere, başarılı görüntüleri ama en çok da Wajda’nın bu hikâyeyi ve trajedisini içimizde hissetmemizi sağlayan kamera açıları, kimi yakın planları ve genel olarak mizansen anlayışı ile hayli dokunaklı. Kadının ve onun bir yandan kaybettiği oğullarının yerine koyduğu ama diğer yandan da duygusal bir yakınlık hissettiği genç erkeğin birlikte göründükleri tüm sahneler taşıdığı “genç” duygular ile filmin Berlin Festivalinde aldığı ve sinemada yeni perspektifler açan filmlere verilen Alfred Bauer ödülünü neden hak ettiğini gösteriyor bize. Wajda özellikle sazlıktaki trajik bölümde ustalığını konuşturuyor.
Janda’nın bir odada tek başına bazen yatakta oturarak, bazen ayakta durarak Klosinski’yi, aralarındaki aşkı, onu kaybetme sürecini ve özetle tüm duygularını paylaştığı monoloğu hem içeriği hem sinemasal anlatımı ile basit ve o denli içten; tam da bu nedenle çok etkileyici. Bir eleştirmenin çok yerinde tespiti ile Hopper’ın resimlerindeki gibi aydınlatılmış ve objelerin çerçeve içine o resimlerdeki gibi yerleştirildiği bu sahnelerde Janda bu denli kişisel bir hikâyeyi usta bir duygusallıkla geçiriyor seyirciye. Gerçek ve fantezinin, geçmiş ve geleceğin iç içe geçtiği filmde temel odak noktası sevilen birinin kaybı. Hem çekilen filmdeki “kayıp” hem de filmi çekenlerin yaşadığı “kayıp” filmi depresif yapar gibi görünse de Wajda akıllıca bu depresyondan uzak durmayı başarıyor. Kadının evinde geçen ve kendisinden okumak için hafif bir kitap isteyen gence Wajda’nın sinemaya uyarladığı ve başyapıtlarından biri olan Jerzy Andrzejewski romanını (Popiół i Diament – Küller ve Elmaslar) verdiği sahneden birlikte nehir kenarında oturdukları sahneye, yönetmen bu depresyonu uzak tutan bir tarz ile aşk, geçmişe özlem ve huzur duygularını sergiliyor bize. Kadın ile adamın ilk karşılaştıkları sahnedeki sessiz bakışmalarından sazlıktaki trajediye, Wajda bu filmde hem alçak sesle konuştuğunda hem de sesinin tonunu yükselttiğinde nasıl usta olduğunu gösteriyor bir kez daha.
(“Sweet Rush” – “Sazlıkta”)