“Yaşam olduğu sürece umut da vardır”
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Paris’te birbirlerine aşık olan bir Amerikan askeri ile Fransız bir kadının engellere takılan aşklarının hikâyesi.
Ukrayna asıllı Amerikalı yönetmen Anatole Litvak’tan 50’ler sinemasının tercihlerinin aksine stüdyoda değil doğrudan hikâyenin geçtiği mekanlarda, Paris ve Güney Fransa sahillerinde çekilmiş ama bunu yeterince değerlendirememiş, melankolinin eksik olmadığı bir aşk trajedisi. İngiliz yazar, şair ve senarist Alfred Hayes’in tiyatroya da uyarlanan “The Girl on the Via Flaminia” adlı romanından sinemaya aktarılan hikâye savaşın bitmek üzere olduğu bir dönemde yaşanan bir imkânsız aşkı biraz artık eskimiş bir sinema dili ile anlatan ama yine de eskilerden getirdiği havası ve kimi özellikleri ile dikkat çekebilen bir çalışma.
Filmin ilk karesi 1953 yılında bir Amerikan askeri aracı Amerikan üssüne doğru giderken görüntüye dağdaki kayalıklara kazınmış bir yazıyı getiriyor. “US Go Home” diyor bu yazıda ve birkaç saniye sonra üssün olduğu Fransız kasabasına gelen Amerikalı turistler kasaba halkı tarafından, gösterildiği kadarı ile ağırlıklı olarak ticari kaygılar nedeni ile oldukça coşku ile karşılanıyor. Litvak’ın bu ustalıklı girişi aslında izleyeceğimiz hikâyenin derdini de çok iyi özetliyor. Savaşın her şeye karşı bir inançsızlığa sürüklediği bir Amerikan askeri ile yoksulluk nedeni le sokağa düşmekten korkan bir Fransız kadınının aşkı pek çok engele takılırken bunların en önemlilerinden biri Fransız-Amerikan çatışması. Amerikan askerlerinin “kurtardıkları” ülkenin kadınlarına yaklaşımındaki kabalıktan, bu yaklaşıma olan tepkilerini milliyetçilik ile birleştiren kimi Fransızların tepkisine uzanan bu çatışma pek aşılabilecek bir engel olarak görünmüyor hikâyede. Film mümkün olduğunca dengeli yaklaşıyor bu çatışmaya ve hatta asıl engeli Amerikan tarafında belirliyor. Yine de unutulmaz oyuncu Serge Reggiani’nin bir parça dozu kaçmış olsa da (ki onun sahnelerindeki kamera açıları, örneğin kameranın özellikle onu alttan yukarı doğru çektiği sahneler düşünülürse bunun da Anatole Litvak’ın tercihi olduğu anlaşılıyor) net bir şekilde görüntüye yansıtmayı başardığı öfkesinin sık sık vurgulandığını ve “kurtarılmışın” bu öfkesinin filmin yaratıcıları tarafından nerede ise tamamen anlaşılmaz görüldüğünü söylemek gerek. Kendi elleri ile “kurtardıklarının” öfkesini anlayamamaları güncel bir olayı da feci halde çağrıştırıyor; Libya konsolosları fanatik İslamcılar tarafından öldürüldüğünde Hillary Clinton da tam böyle düşünmüştü: “Özgürlüğünü kazanmasına yardım ettiğimiz bir ülkede nasıl olabildi bu?” Gerçekten nasıl olabildi bu sorusunun cevabını en iyi kendisi bilmesi gerekirken verilmiş anlamsız bir tepki.
Kirk Douglas’ın sakin bir ustalıkla canlandırdığı dünyaya inancını yitirmiş askerin sekiz yıl sonra Fransa’ya dönüşü ile başlıyor film ve bir geriye dönüş ile tüm hikâyesini anlatıyor. Bu hikâye boyunca da senaryo savaşın parçaladığı hayatları ve bunun sosyal etkilerini de elinden geldiğince ama yeterince etkileyici olmadan getiriyor perdeye. Fransız kadını canlandıran Dany Robin karakterinin ahlâki değerleri bozulmuş bir şehirde yaşadığı korkuyu ve kimi anlardaki dehşetini aktarmakta hayli başarılı. Bu arada sinemaya üç yaşında çocuk oyuncu olarak başlayan Robin’in öncesinde çevirdiği pek çok Fransız yapımı filme rağmen açılış jeneriğinde “introducing” ile duyurulması da ilginç ama dünyayı kendilerini merkeze koyarak gören Amerikalılar için normal bir davranış. Oyunculardan söz ederken filmde bir kafede yardımcı olarak çalışan kız rolündeki henüz 19 yaşındaki Brigitte Bardot’yu ve askerlerden birini oynayan Charles Chaplin’in oğlu Sydney Chaplin’i de hatırlatmış olalım.
Ön yargıların, savaşın ve günlük telaşları aşkın önüne koyan sevgisiz yaklaşımların yargılandığı ve mahkum edildiği film finalde trajedisine rağmen temposunu biraz yitiriyor ve Litvak da açıkçası özel bir yaratıcılık sergilemiyor filmde. Finalin sorunu sadece temposu değil, “kaderin” biraz fazlası ile öne çıkması da aslında. Evet bir klasik değil bu siyah beyaz film ama vuslata eremeyen ve bürokrasiye ve ön yargılara takılıp alan aşklar üzerine duygusal, zarif ve kesinlikle seyredilebilir bir çalışma.
(“Un Acte d’Amour” – “Bir Aşk Böyle Bitti”)