“Hayır, hayal görmüyorsunuz! Köle olarak kaçtık, savaşçı olarak geri dönüyoruz”
Amerikan İç Savaşı’nda savaşan ve tamamı siyahlardan oluşan ilk birliğin ve komutanları Robert Shaw’un hikâyesi.
Az ama popüler olan filmler çeken Edward Zwick’ten Amerikan İç Savaşı’ndaki ilginç yan hikâyelerden biri üzerine klasik sinema kalıpları içinde kalsa da ilgi çekmeyi başaran bir film. Savaşın çıkma nedenlerinden biri olan ama hep söylendiğinin aksine tek nedeni olmayan köleliğin kurbanlarının doğrudan kendilerini de ilgilendiren bir savaşa renkleri nedeni ile dahil edilmedikleri zamanlarda savaşma hakkı için mücadele eden insanların bu hikâyesi, Zwick’in elinde popüler sinemanın kriterleri açısından hayli başarılı olan ama özel bir sinema dili, yaklaşımı içermeyen bir ticari filme dönüşmüş.
İki ayrı kitaba ve Robert Shaw’ın ailesine yazdığı mektuplara dayalı senaryo “siyah” askerlerin hikâyesinin ayrılmaz bir parçası olan “beyaz” komutanı da öne çıkarıyor ve bu anlamda bir eleştiriye de açık oluyor. Çünkü ilk bakışta film beyaz kahramanın peşinden sürüklediği siyah askerlerin mücadelesi olarak algılanma riski taşıyor. Senaryo bir açıdan da bu algıyı destekliyor çünkü hikâye sık sık beyaz adamın gözünden anlatılan siyahlar olarak biçimlendirilmiş. Bunun yerine Shaw da hikâyenin bir parçası olarak ve sadece anlatılan taraf olarak konumlandırılmış olsa ve hikâye bir siyahın gözünden anlatılmış olsa idi, film asıl teması açısından kesinlikle çok daha dürüst bir yaklaşım sergilemiş olurdu. Yine de tarihsel gerçekler açısından bakıldığında, Shaw gerek asker olarak başarısı gerekse söz konusu olan siyah askerlere başta kendisinin de kurtulamadığı ön yargıları olsa da saygı ve sevgi ile yaklaşan, ve gerek beyaz askerlerle eşit muamele ve ücret gerekse cephe gerisindeki operasyonel işler için değil sıcak savaş alanında görev yapabilmeleri için verdiği uğraşlarla hikâyenin çok önemli ve ayrılmaz bir parçası sonuçta. Kimin gözünden anlatıldığı açısından eleştirilmesi gereken film zaman zaman Shaw’ı atının üzerinden kendisinden daha alçakta duran siyahlara bakarken resmederek bu yanlışı büyütüyor da üstelik.
Zwick ortaya özel bir sinema dili koymasa da başta tüm final bölümündekiler olmak üzere savaş sahnelerinde çarpıcı bir başarı sergiliyor. Savaşın hem acımasız yüzünü hem de bir ideal uğruna çarpışan insanların iç burkan cesaretlerini teknik becerisi yüksek bir dil ile sergiliyor. Özellikle, almalarının imkânsız olduğunu bildikleri bir kaleye arkadan gelen birliklere zaman kazandırmak için saldıran birliğin filmin tüm final bölümünde yaşadıklarını seyredeni de hikâyenin içine katarak anlatabilmesi Zwick’in takdir edilmesi gereken bir başarısı. Bunun dışında filmin hayli popüler olan James Horner imzalı müziklerini ve kimi başarılı oyunculuklarını da söylemek gerek. Shaw’ı canlandıran Matthew Broderick rolü için hem fiziksel hem yaş olarak küçük görünüyor başlangıçta ama gerçek Shaw’ın da savaşta öldüğünde sadece 25 yaşında olduğunu düşününce hem bu algının yanlışlığını anlıyorsunuz hem de savaşın eninde sonunda sadece ölen insanlardan oluştuğunu ve kendisine ölümü hiç yakıştıramayacağınız genç insanları yok eden bir kavram olduğunu hatırlamanızı sağlıyor onun seçimi ve kırılgan oyunu. Filmin asıl yıldızı kuşkusuz Denzel Washington. Rolü ile yardımcı oyuncu dalında Oscar kazanan oyuncu her yer aldığı sahnede öne çıkan isim oluyor ve karakterinin öfkesini, alaycılığını ve cesaretini tam anlamı ile perdede döktürerek sergiliyor. Morgan Freeman kesinlikle aksamayan ama özel bir boyut da içermeyen oyunu ile işini yaparken Shaw’ın yardımcı subayı rolündeki Cary Elwes bu isimlerin gerisinde kalan ve pek de inandırıcı olamayan bir performans sergiliyor.
Senaryonun değinir gibi olduğu ama bir Hollywood filminden daha fazlasının gelmesini beklemeyeceğiniz bazı yan temaları filmin ıskaladığı unsurlara örnek olarak gösterilebilir. Washington’ın oynadığı askerin beyaz komutanına söylediği “savaş bitince sen Boston’daki büyük evine gideceksin, peki bana ne olacak” cümlesi örneğin, politik bir duyarlılığı olan bir sinemacının elinde ezen/ezilen ilişkisinin bilinen standart anlamdaki kölelik ile sınırlı olmadığını ve sömürünün sınıfsal olarak ele elınması gerektiğini anlatan bir hikâyeye dönüşebilirmiş. Burada ise sonuçta, bu cümleyi söyleyen asker başta ret etse de finaldeki çarpışmanın en trajik anında birliğinin bayrağını taşıyarak saldırıyor düşmanına ve sarfettiği cümle de sadece kahramanlığının seyirci üzerindeki etkisini artırmayı hedeflemiş oluyor. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, birliğini izinsiz terk eden bu askerin kurallar gereği kırbaçlanması gerektiğinde kameranın askerin sırtındaki köleliğinden kalma kırbaç izlerini gösterdiği kareler. Filmin doğrudan konusu olmadığı için senaryo daha fazla bu konunun üzerine gitmiyor ama orada da sıkı bir hikâye gizli imiş aslında. Senaryo için son bir eleştiri olarak da karakterlerin Shaw dahil olmak üzere biraz yüzeysel olarak çizilmiş olması söylenebilir ama film zaten karakterlerini derinleştirmek gibi bir amacı özellikle taşımıyor gibi görünüyor.
Aslında sonu başından belli olan ve bilinen anlamda bir bireysel hikâyesi olmayan film, buna rağmen anlattığını sıkı bir şekilde anlatan, özellikle savaş sahnelerindeki tüm o karanlık ve toz dumana rağmen görüntü yönetimi ve genel olarak müziğin başarılı kullanımı ile dikkat çeken ve Denzel Washington’ın oyunu ile hayli katkıda bulunduğu bir çalışma. Sonunda ne olursa olsun Amerikan İç Savaşı’nın asıl nedenlerine değinmeyen, bir şekilde yolunu bulup Amerikan gururuna da (iyi bildikleri bir şekilde kendi eleştirilerini de kendileri yaparak) destek sağlayan ve hikâyede neyi öne çıkaracağını etik açıdan doğru belirleyememiş bir film bu ama tüm bunlar bir kenara koyup bakılırsa görülmeyi de hak ediyor.
(“Zafer”)