HH, Hitler à Hollywood – Frédéric Sojcher (2010)

“Avrupa sineması mı? Öyle bir şey var mı? İkinci Dünya Savaşı ile birlikte yok olmadı mı o?”

1922 doğumlu ve bugün hâlâ film çekmeyi sürdüren Fransız oyuncu Micheline Presle’in kayıp ve kimsenin görmediği bir filminin peşine düşen bir “sahte belgesel” hikâyesi .

En az otomobil kadar büyük bir endüstri olduğu için, Hollywood’un ürettiği filmler aracılığı ile Avrupa sinema salonlarına hâkim olmayı hedefleyen ve günümüz resmi üzerinden değerlendirirsek de bunu başarmış görünen Amerikan sinemasının Avrupa sinemasının yok olmasını sağlamak amacı ile giriştiği gizemli işlerin peşine düşen hikâyesi ile ilginç bir çıkış noktası olan film “belgesel” yanı ile Avrupa sinemasının yönetmen ve oyuncularının görüntü ve kısa yorumlarına da yer veren bir “intikam” filmi olarak özetlenebilir muhtemelen. Kıta Avrupa’sının sinemasına düşkün sinefillerin kesinlikle görmesi gereken filmin intikamını gerçekleştirebilecek kadar güçlü olduğu kesinlikle söylenemez ama mizahı, hüznü ve söylemi ile ilgi çektiğini söylemek gerek.

Hollywood’da da film çekmiş ama kendi sözlerine göre orada kendisini hiç rahat hissetmemiş Micheline Presle’nin gerçek olmayan yönetmen ve yapımcılar ile çektiği ve elbette gerçek olmayan bir filmin peşine düşen isim Portekizli oyuncu Maria de Medeiros. Popüler sinemanın sevenlerinin Quentin Tarantino’nun “Pulp Fiction” filminden hatırlayacağı ve yönetmenliğe de bulaşmış olan oyuncunun yaramaz bir genç kızınkileri andıran bakışları ve vücut dili ile sürüklediği film Amerikan hükümetinin, Hitler’in, CIA’nın ve finansal devlerin karıştığı hikâyesinde Avrupa sinemasının gelişimini yok etmek için bu güçlerin cinayetten Malta’da inşa edilen ve Amerika’daki benzerlerini çağrıştıran dev bir stüdyonun bombalanmasına ve Jean Luc Godard’ın filmlerinin desteklenmesine (elbette bir ironi söz konusu burada) yapmadığı şeyin kalmadığını anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılmış olan Avrupa’nın inşası için ABD’nin sağladığı Marshall yardımının pazarlık unsurlarından biri olan Avrupa sinema salonlarının Amerikan filmlerine serbestçe açılması gibi gerçeklerden Hitler ile temas kuran ve Amerikan sinemasının hegemonyası için çalışan Amerikalı senatör gibi gerçek olmayan (daha doğrusu “gerçekliği yadırganmayacak”) unsurları ile film Avrupa sinemasının “yenilgisini” kabullenen ve bu yenilgiyi tersine çevirebilecek arayışlardan çok onun mizahını yapmaya soyunan bir çalışma olarak dikkat çekiyor. Kamera ve Medeiros zaman zaman kokteyllerde, festivallerde Avrupa sinemasının ünlü isimlerinin arasına karışıyor ve onların bu duruma duyduğu öfkelerinden çare arayışlarına sözlerine kulak misafiri oluyor bunu yaparken.

ABD – Avrupa sinemaları çekişmesinin yanında filmi bir sinefil için cazip kılacak en temel özelliği filmde görünen isimler. Kapanış jeneriğinde birkaç cümle ile de olsa yorum yapan Emir Kusturica’dan Theodoros Angelopoulos’a ve Wim Wenders gibi isimlere,filmde kısacık anlarda da olsa görünen Volker Schlöndorff’tan filmin ithaf edildiği ve inatla film çekmeyi sürdüren ve bugün 105 yaşında olan Portekizli yönetmen Manoel de Oliveira’ya, Andrey Konchalovskiy’den Tonie Marshall’e ve Denis Lavant’dan Jacques Weber’e Avrupa sinemasının devlerinin göründüğü bir filmi kaçırmak bir sinefil için elbette ayıp bir davranış olur. Kültürel emperyalizmin kurbanı olan (veya olmamaya direnen, ne kadar iyimser olduğunuza bağlı olarak) Avrupa sinemasının halinin ve bu hale düşmesinin hüzünlü komedisi aslında temel olarak en çok bu nedenle görülmeyi hak ediyor. Medeiros’un birlikte dolaştığı ve kendisine aşık olan kameramanın elindeki kameraya (aslında seyirciye) dönerek yaptığı konuşmaları, işin içine katılan CIA ajanları ve Amerikalıların 1940’lı yıllarda Nazi Almanya’sı ile yaptığı gizemli iş birliğinin örtbas edilmeye çalışılan hikâyelerinin filme bir eğlence unsuru kattığı açık ama bu unsurlar yeterince güçlü veya yeterince eğlendirici olamıyor; özellikle ilk yarıda biraz durgun olan film ikinci yarısında toparlıyor bu durumu neyse ki. Belçika’dan başlayıp Fransa, İtalya, Almanya, Malta ve İngiltere’ye de uğrayarak Avrupa gezisi de yapan film bir anlamda Bond filmlerinin bu tipik özelliğini de esprili bir biçimde kullanmayı başarıyor; İngiltere sahnelerinin filmin özellikle Kıta Avrupa’sının tarafında durduğunu ve İngiltere’yi ABD ile eş gördüğünü vurguladığını da ekleyelim bu arada.

Tam bir Avrupalı olan ama en çok bir ABD yapımı olan “Pulp Fiction” ile bilinen Maria de Medeiros’un durumun özetlediği bir film aslında karşımızdaki çalışma. Vladimir Cosma’nın keyifli müziğinin eşlik ettiği film kapanış jeneriklerinin sonuna kadar izlenmeli çünkü yukarıda bir kısmından bahsettiğim ünlü isimler bu jenerikler sırasında yapıyorlar sağlam ve bir parça da umutsuz tespitlerini. Belçikalı yönetmen Frédéric Sojcher’in filmi evet belki yeterince güçlü değil ama orijinal açık olduğu çok açık bu filmin. Kültürel, ekonomik ve politik büyük konuları karşımıza getirirken bu orijinalliği estetik bir biçime de büründürmeyi başarıyor ve her anında olmasa da eğlendiriyor, güldürüyor ama en önemlisi hüzünlendiriyor. Sojcher’in renkler ile ilgili tercihlerinin ve kullanım şeklinin ilginç bir estetik de kazandırdığı eser sinemaya, elbette insan gerçeğinin peşine düşen gerçek Avrupa sinemasına, bir saygı duruşu ve bu özelliği ile de ilgiyi hak ediyor kuşkusuz. Tüm Avrupa’yı tek bir pazar olarak gören ve kıtadaki tüm kültürel farklılıkları yok etmeye çalışan Amerikan sinemasına saldıran bir film zaten ilgi çekmeli diye düşünmek de mümkün elbette.

(“Hitler in Hollywood” – “Hitler Hollywood’da”)

(Visited 298 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir