God Bless America – Bobcat Goldthwait (2011)

“Amerika… zalim ve merhametsiz bir yere dönüştü. En sığ, en aptal, en kötü ve en gürültülü olanı ödüllendiriyoruz. Ne ortak bir edep ne de utanç duygumuz var. Doğru ve yanlış diye bir şey kalmadı. İnsanlardaki en kötü özellikler özenilir ve takdir edilir oldu. Yalan söylemek, korku yaymak; bunları yaparak para kazandığın sürece sorun yok”

Yaşadığı toplumun yozlaşmasından ve her türlü değerin yitirilmesinden dehşete kapılan bir adamın tanıştığı bir kızla birlikte toplumdaki kötü örnekleri birer birer ortadan kaldırmaya girişmesinin hikâyesi.

ABD’li komedyen Bobcat Goldthwait’ten senaryosunu da kendisinin yazdığı bir kara komedi. Sanatçı adeta, Amerikan toplumunda “pop kültür” olarak adlandırılabilecek ne varsa tümüne olan nefretini sinemalaştırmış bu filmde. Reality şovlardan yetenek(sizlik) yarışmalarına, tüketim odaklı hayatlardan sığ (ve aslında sığ oldukları için bu konumlarına gelmiş) ünlülere, herkese nefretini kusuyor Goldthwait hikâye boyunca. Hemen tümüne kişisel olarak katıldığım bu duyguların sinemasal karşılıkları ise nefret duygusunun kendisi kadar güçlü değil ne yazık ki. Kimi sinemasal referansları ile sinefillerin de ilgisini çekebilecek film Acun’ların egemen olduğu bir dünyada yaşayan bizlere tuttuğu ayna ile ilgiyi hak ediyor yine de.

Goldthwait gerçekten de yaşanması mümkün olmayan bir toplumun resmini çiziyor filmde. Küçücük çocukların kendilerine iphone değil blackberry aldığı için ebeveynlerine dünyayı zindan ettiği, genç kızların doğum günü hediyesi olarak alınan arabayı beğenmediği için küstüğü, tüm toplumun sadece televizyonun berbat programlarını ve kahramanlarını konuştuğu, milliyetçilik ve homofobiden ırkçılığa her türlü ötekileştirmenin toplumun genlerine yerleştiği ve bedeli ne olursa olsun insanların on beş dakikalığına da olsa ünlü olmaya çalıştığı bir dünya bu. Çok tanıdık, değil mi? Kişisel olarak sık sık benim de fantezim olan bir hareketi önce düşleyen sonra de gerçekleştirmeye soyunan adam ve yanındaki kız katliamdan katliama ilerlerken film ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. Başarıyor ama nefretin bu denli hâkim olduğu havası dışında da yeni bir şey sunmuyor seyircisine. Daha doğrusu tek odağını, toplumdaki yozlaşmaya olan tepkisini yeni açılımlara kavuşturmadan tekrarlayıp duruyor sadece. Bir süre sonra cinayetler, tıpkı kahramanlarımızın hayatında olduğu gibi rutinleşiyor ve etkisini yitirmeye başlıyor bir parça. Yönetmen ve senarist Goldthwait toplumda temizliğe girişen kahraman(lar)ı ile “Taxi Driver – Taksi Şöförü” filmine dolaylı bir göndermede bulunsa da asıl referansını filmde de açıkça vurgulandığı gibi “Bonnie and Clyde” filminden alıyor. Adam ve genç kız ismini de telaffuz ettikleri filmin kahramanlarının şapkalarını giyiyorlar ve filmin sonunda da onların kaderinin aynısına maruz kalırken, yönetmen tıpkı o film gibi kurşun yağmuru ile bitiriyor filmini.

Goldthwait’in filminin bir kusuru da çok konuşmalı olması ve sık sık yaratıcısının bir manifestosuna dönüşmesi. Goldthwait derdini hemen tüm diyaloglara dökmekle yetinmediği gibi finalde de kahramanına kameralar karşısında nutuk attırmaktan geri durmuyor. Böyle olunca da film aynı mesajın, yozlaşma veya daha doğru bir deyişle sığlaşmaya duyulan nefretin görüntülenmiş haline dönüşüyor sık sık. Sanatçı duygularının yaratıcılığının bu denli önüne geçmesine fırsat vererek çok akıllıca davranmamış sonuç olarak ama yine de hafif mizah içeren anlatımı, hareketli görüntüleri ve bolca katliamı ile ilgi çekebilir. Eğer sığlıktan onun kadar nefret ediyorsanız, işlenen her cinayetin yüreğinizin yağlarını eriteceği kesin ama. Kimileri için filmden geriye kalan en temel duygu bu olabilir ki benim için öyle oldu.

(“Tanrı Amerika’yı Korusun”)

(Visited 63 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir