“Bunu bana neden yapıyorsun? NEDEN?”
Biri çocukluğunda ünlü bir vodvil yıldızı diğeri gençliğinde ünlü bir bir sinema yıldızı olan ve birlikte yaşayan iki yaşlı kızkardeşin hikâyesi.
Bir sinema klasiği. İki ünlü Hollywood yıldızı, Bette Davis ve Joan Crawford’un varlıkları ve gerilimli hikâyesi ile ilgi görmüş ve sonradan pek çok benzerinin çekilmesine neden olacak kadar popüler olmuş bir film bu. Robert Aldrich’in yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği film sondaki sürprizi ile daha da renklenen, gösterişli oyunculuklarla dolu, yaşlanıp sönmekte olan yıldızların trajedisini çarpıcı bir biçimde sergilemesi ile dikkat çeken bir çalışma. Üzerinden geçen 51 yıldan sonra filmin bu özellikleri hala taşıması ilginç ama öte yandan yönetmen Aldrich’in filmi gidebileceği derin psikolojik sulara taşımaması ve gotik/grotesk unsurların dozunu bir parça fazla tutması bugün bu klasiği bir parça zayıf da gösteriyor açıkçası.
Henry Farrell’in aynı adlı romanından Lukas Heller tarafından sinemaya uyarlanan eser o dönem gördüğü ilgi ile psikolojileri bozuk yaşlı kadınları konu alan benzerlerinin de çekilmesine neden olmuştu. Aldrich’in yine yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği “Hush… Hush, Sweet Charlotte – Sus, Sevgilim” ve sadece yapımcısı olduğu “What Ever Happened to Aunt Alice?” bu benzerler arasında öne çıkan filmler. Filmimizin yıldızlarından biri olan Bette Davis bu filmlerin ilkinde de başrollerden birini üstlenmiş üstelik. Peki hikâyeyi ve filmi böyle cazip kılan ne olmuş? Sanırım öncelikle filmin iki kadın yıldızından söz etmek gerekiyor. Gerçek hayatta birbirlerinden nefret eden iki yıldız burada rollerine tüm güçleri ile asılmışlar. Davis çocuk vodvil yıldızlığından sonra sinemada ancak ablasının katkısı ile rol bulabilen ve pek de yetenekli bulunmayan bir kadına dönüşen karakteri oynuyor. Ablası rolündeki Crawford ise küçükken kardeşinin gördüğü ilginin ve babasının küçük kardeşinin tüm kapris ve şımarıklıklarına katlanırken kendisini görmemezliğe gelmesinin acısını çeken ama sonradan büyük bir sinema yıldızına dönüşen kadını oynuyor. Bir kaza sonucu kötürüm kalıyor abla ve filmimiz baştaki kısa girişinde tüm bunları aktardıktan sonra bugüne geliyor. Artık karşımızda iki yaşlı kadın var: Bette Davis filme adını veren Baby Jane olduğu günlerin özlemi ve kazaya neden olduğuna inanmasının sonucu olarak dengesini yitirmiş ve ablasına olmadık tacizlerde bulunan ve hatta şiddet uygulayan bir kadın artık. Crawford ise tekerlekli iskemlede geçen bir ömürün acısını çeken, kardeşinin şirretliği altında ezilen ama yine de ruhsal durumu kardeşine göre daha sağlıklı görünen bir kadın. Davis ve Crawford Hollywood seyircisinin alışık olmadığı bir şekilde ve elbette sinema kariyerleri için bu filmi belki son bir parlama fırsatı olarak görerek, “yıldızlara” uygun olmayan bu rolleri kabul etmişler. Uygun olmayan diyorum çünkü filmde şiddet ve işkence denebilecek tacizler var ve bu sahneler o dönemde Hollywood yıldızlarının görüneceği sahneler değil kesinlikle.
Her iki oyuncu da rollerini ete kemiğe büründürmüşler kesinlikle. Davis senaryo açısından daha avantajlı çünkü rolü büyük oynamaya ve göze çarpmaya çok daha uygun. Nitekim o yıl Oscar’a da aday olmuş bu rolü ile. Crawford ise içine kapanık ve fiziksel dezavantajı olan karakterini bu büyük oyundan uzak, daha klasik ve sıkı bir oyunculuk ile canlandırıyor. Davis’in avantajı olan durum Aldrich’in filmin genelindeki hatasının kurbanı oluyor bugünün gözü ile bakıldığında. Adına şarkı da yazılmış kocaman gözlerini zaman zaman hayli grotesk biçimde açıyor ve nerede ise dışavurumcu denecek bir oyun veriyor. Bu bir yandan filmin gerilimini artırmaya yarıyor ama diğer yandan zaman zaman abartılı denecek bir alanda da gezinmesine neden oluyor. Filmin diğer gotik veya grotesk unsurları da tıpkı Davis’in oyunculuğu gibi filmin hem lehine hem aleyhine çalışıyor. Usta isim Ernest Haller’in siyah-beyaz görüntüleri ve kamera kullanımı neyse ki bu groteskliğe çok az başvuruyor ve filme ciddi katkı sağlıyor. Filmin genel olarak oyunculuklar açısından çok parlak olduğunu da eklemek gerek. Rolü ile Oscar’a aday olan ve piyanist rolündeki Victor Bruno, annesi rolündeki Marjorie Bennett, komşu kadın rolündeki Anna Lee ve hizmetçi rolündeki Maidie Norman karakter oyunculuklarının parlak örneklerini sergiliyorlar bu hikâyede. Özellikle Bruno’yu izlemek ayrı bir keyif gerçekten.
Hikâyenin üzerine aslında yeterince gittiği (Davis’in çocukken oynadığı Baby Jane karakterini yaşlı bir kadın olarak canlandırmak için prova yaptığı etkileyici sahneyi bu bağlamda anmak gerek) ama gotik unsurların gölgesinde kalmış görünen bir yanı var ki filmi bugün de ilginç kılan öğelerden biri bu aslında: Billy Wilder’ın unutulmaz klasiği “Sunset Blvd. – Sunset Bulvarı” ününü yitirmiş bir Hollywod yıldızının genç bir sanatçının yazacağı senaryo ile hayata dönmeye çalışmasını anlatır bilindiği gibi. Burada da benzer bir “Holywood Holywood’a bakıyor” hikâyesi var aslında ama senaryo yaşlanan ve şöhretin zirvelerinden hatırlanmıyor olmanın çukuruna düşen karakterlerinin birbiri ile çatışmasının, psikolojik bozuklarının, kardeşlerden birinin karşısındakine eziyet etmeye dönüşen vicdan azabının (yine Davis’in “biz aslında dost olabilirmişiz” dediği sahnenin yürek parçalayıcılığını hatırlayalım) ve diğerinin sakladığı sırrı ile gördüğü şiddet dolu tacizin baskısı arasında kalmışlığının üzerine gitmeyi tercih ettiği için yeterince parlak işlenememiş bu yan hikâye açıkçası.
Film yukarıda bahsettiklerimin yanısıra başka pek çok klasikleşen bölüme de sahip: Crawford’un kardeşinin hazırladığı yemekte ne olduğunu keşfettiği sahne, çaresizlik içinde tekerlekli iskemlesinde dönüp durması vb. kimi sahneler Aldrich’in ustalığı ile öne çıkanlardan ikisi sadece. Bu sahnelerin yanında yine yukarıda vurguladığım gibi film Bette Davis karakterinin “cadılığını” bu kadar öne çıkararak nerede ise bir manyağı karşımıza koyması ve bu kadar gotik görünmeye çalışması ile kendisine zarar vermiş ne yazık ki. Aldrich’in zaman zaman Hitchcock’u hatırlatan tekniklere başvurması (kötürüm Crawford’un merdivenlerden inerek telefona ulaşmaya çalıştığı sahne örneğin, kesinlikle Hitchcock’un tarzını akla getiriyor), ses ve kurgunun başarısı ve elbette Davis ve Crawford ikilisinin varlığı bu filmi kesinlikle “görülmeli” kategorisine yerleştiriyor. Nefret, geçmişe özlem, vicdan azabı ve psikolojik dengesizliklerle dolu bir klasik bu ve görülmeli özetle.
(“Küçük Bebeğe Ne Oldu?”)