“Öncelikle hiç ama hiç kimse bir bağımlıyı konuşarak vazgeçiremez. Yıllarca konuşsan da onlarla, er ya da geç bir şeye bulaşırlar yine. Belki uyuşturucu olur bu. Belki alkol, belki yapıştırıcı bir madde, belki benzin. Belki kafaya bir kurşun. Ama bir şey olur mutlaka. Günlük hayatlarındaki baskılara karşı onları rahatlatacak bir şey, ayakkabılarını bağlamak zorunda olmaları gibi”
Uyuşturucu bağımlısı bir adam ve küçük çetesinin soygunlarla geçen hayatlarının hikâyesi.
Gus Van Sant’ın yönettiği ve James Fogle’ın otobiyografik romanından Daniel Yost ile birlikte sinemaya uyarladığı bir film. “Beat Kuşağı”nın ünlü yazarı William Burroughs’un yaşlı ve bağımlı bir eski rahip rolünde rol aldığı ve kimi diyalogların yazılmasına da katkıda bulunduğu film gerçekçilikten sapmadan uyuşturucu sarmalındaki dört kişinin hayatını aktarırken Matt Dillon’ın canlandırdığı baş kahramanı ve arada başvurduğu animasyonlar aracılığı ile esprili ve fantezi yüklü bir hava yaratmayı da başarıyor. Belki en önemli kusuru anlattığı hikâyede yeni bir şey söylemiyor olması olan eser kimi stilize anları ve özellikle halüsinayonları yansıtmaktaki başarısı ile dikkat çekiyor.
Dört kişilik bir “aileyi” getiriyor karşımıza hikâye. Çetenin reisi olan Bob (Matt Dillon), karısı (Kelly Lynch), Bob’a hayran olan Rick (James Le Gros) ve onun kız arkadaşı Nadine (Heather Graham). Tümü tam bir bağımlı olan bu dört kişi tüm hayatlarını peşlerinden ayrılmayan polisten kaçarak ve reçete ile satılan uyuşturuculara erişebilmek için hastane ve eczaneleri soymakla geçiriyor. Hikâye uyuşturucu üzerine doğrudan olumsuz bir mesaj vermeye yeltenmiyor –neyse ki böyle yapıyor ve hatta Burroughs’un canlandırdığı ve içinde bulunduğu durum pek iyi görünmese de pişmanlığa hiç uğramışa benzemeyen karakteri aracılığı ile nötr davrandığı bile söylenebilir- ama ikinci yarısında baş karakterinin verdiği karar aracılığı ile uyuşturucu ile geçen hayatın çıkışsızlığı ve yoruculuğu üzerine ciddi şeyler söylüyor aslında. Yine de bu kararda sanki polislerin neden olduğu tedirginlik ve yorgunluk ağır basan unsur gibi görünüyor ve uyuşturucuyu sekse tercih eden ve soygun heyecanının ortaya çıkardığı adrenalinden de çok keyif alıyor görünen kahramanımızın tüm günü metal delikler açmakla geçen yeni hayatını o kadar da cazip bir seçim gibi göstermiyor filmimiz. Sanki bir tarafta uyuşturucu ve onun yarattığı sahte ve sonu pek parlak olmayan ama coşku ve heyecan dolu bir hayat, diğer tarafta ise güvenli ama sıkıcı bir hayat var diyor hikâye ve yorumu seyirciye bırakıyor.
Gus Van Sant bu ikinci uzun metrajlı filminde kahramanımızın uyuşturucu kullandığı anlarda başvurduğu yalın ama özgün görünen animasyonlar ile yarattığı halüsinasyon havası ve adamın yatak üzerine şapka koymak veya aynanın arkasından bakmak gibi uğursuzluk getirdiğine inandığı eylemler üzerine konuşmaları ve bu “gerçeklikten sapan” anlarda başvurduğu eğik kamera açıları gibi küçük numaralar aracılığı ile filmine küçük ama sevimli bir dinamizm katmayı başarmış. Polislerin ortasında bir cesetten kurtulma sahnesi gibi anlar da filme hafif bir kara mizah katmış ki bu da filme yaramış açıkçası. Bu hafif mizah havasında Matt Dillon’ın oyununun da ciddi payı var. Filmin çekildiği 1989 yılında yakışıklılığı ve temiz yüzü ile tanınan oyuncunun burada üstlendiği hayli farklı rolde bir bağımlıyı ve küçük bir çetenin liderini oynarken kesinlikle başarılı olduğu ve yüzünden pek eksik olmayan hınzır gülümsemesi ile filme enerji sağladığı açık. Diğer üç oyuncu da kendisine eşlik ederken kesinlikle üstlerine düşeni yapıyorlar ve özellikle Le Gros sık sık kız arkadaşı ile hayranı olduğu Bob arasında kalan karakterinde bir parça öne çıkıyor diğerlerine göre.
Filmin uyuşturucu hakkında olumlu veya olumsuz doğrudan bir mesajın peşine düşmeden yaptığı bir şey var ki sanırım filmin de en başarılı olduğu alan bu: Gus Van Sant karakterlerinin sonunun kötü olduğunu bildikleri bir hayattan neden vazgeçmediklerini çok yalın bir şekilde ve büyük sözlere veya sinemasal numaralara başvurmadan anlatmayı beceriyor. Tüm hayatlarını uyuşturucuyu kullandıktan hemen sonraki “o tuhaf rahatlığın ve bunun sonucu olan özgürlük ve mutluluğun” izlerini taşıyan anlar için yaşıyor bu karakterler. Dillon’ın zaman zaman anlatıcı rolünü üstlendiğinde onun ağzından duyduğumuz cümleler veya kimi animasyonlar bu anların sağladığı coşkunun seyirciye geçmesini sağlıyor. Evet sağlıyor ama yönetmen ustalıkla bu coşkunun seyirci için teşvik edici olmamasını da sağlamayı beceriyor. 1970 başlarında geçen bu hikâye, hippiliğin ve uyuşturucunun farklı görünmenin yollarından biri olarak genel kabul gördüğü dönemde dış dünya ile sadece uyuşturucu çalmak için ilişki kuruyor gibi görünen ve kendi içine kapalı yaşayan bir tuhaf aileyi karşımıza getiriyor ve bunu yaparken de özellikle Dillon’ın karakteri üzerinden ilginç olmayı başarıyor. Çoğu insan bir sonraki anında ne yaşayacağını bilmezken, ne yaşayacağını bilmek için içindekileri kullandıkları küçük kutuların üzerinde yazılanlara bakmaları yeterli olanların bu hikâyesi görülmeyi hak ediyor.