“Bana öyle bir baktı ki ona ihanet edemeyeceğimi anladım… ve onu sana getirmem gerektiğini”
Norveçli bir anneden olan ama babası Alman olduğu için 1945’den sonra henüz çocukken Doğu Almanya’ya götürülen bir kadının, Berlin Duvarı’nın yıkılmakta ve Demokratik Almanya’nın çökmekte olduğu günlerde “savaş çocukları” ile ilgili başlayan bir soruşturma ile değişen hayatının hikâyesi.
Hannelore Hippe’nin romanından uyarlanan ve Georg Maas tarafından yönetilen Almanya ve Norveç ortak yapımı bir film. Avrupa ve ABD sinemasının üzerine film çekmekten usanmadığı bir konu İkinci Dünya Savaşı. Ya doğrudan savaşı ya da onun bireyler ve toplumlar üzerindeki etkilerini doğrudan veya dolaylı olarak ele alan pek çok film çekildi ve savaşın neden olduğu trajediler, sosyal, siyasi ve ekonomik değişimler düşündüldüğünde çok da doğal bu durum. Bu film ise Almanya’nın savaş sırasında işgal ettiği ülkelerden biri olan Norveç’te bir Alman subay ile Norveçli bir kadından olan bir çocuğa Ari ırktan olduğu gerekçesi ile Almanlar tarafından “el koyulması” ile başlayan bir hikâyeyi anlatıyor; doğrudan savaşa değil etkileri üzerine olan hikâyelerden biri bu dolayısı ile. Belki kalıcı bir iz bırakmayan ama eline aldığınızda da sürükleyiciliği ile bitirene kadar bırakamadığınız polisiye, gerilim veya macera türünden romanlar vardır hani; işte bu film de anlaşılan böyle bir romandan uyarlanmış ve tam da o havanın görsel karşılığını karşınıza getiren bir çalışma. Başarılı oyunculuklar, aksamayan bir anlatım, hikâyedeki merak uyandıran gelişmeler vb.unsurlar filmi seyre değer kılıyor kesinlikle. Filmden geriye kalıcı olacak olansa, filmin kendisinden çok ele aldığı konu olacaktır daha çok.
Savaş sırasında bir düşman subayı ile kurulan ilişki, bir başka deyişle düşmanla işbirliği, bu ilişkiden doğan bir çocuk, geçmişin üzeri örtülen suçları ve bunların bir gün ortaya çıkacağı korkusu ile sürülen ikili bir hayat, casusluk, aşk duygusu ile görev duygusunun çatışması ve bireyleri bir aile yapanın ne olduğu… Maas’ın filmi tüm bunları anlattığı hikâyesini akıcı bir tempo ve oyuncularından aldığı destek ile ve merak duygusunu çoğunlukla ayakta tutarak başarılı bir biçimde getiriyor karşımıza. Hikâyenin bugünü Doğu Almanya’nın yıkılmakta olduğu günler ve doğal olarak garanti bir çekiciliğe sahip olarak başlıyor film. Hikâyenin dünü ise 1960’lı yıllarda yaşanıyor ki Berlin Duvarı’nın inşa edildiği, Soğuk Savaş’ın tüm hızı ile sürdüğü ve ülkelerin casusluk faaliyetlerinin zirvede olduğu bir dönem bu. Maas çoğunlukla 1990’lı yıllarda geçen hikâyesinde zaman zaman 60’lı yıllara dönüyor ve hikâyedeki sırları birer birer ortaya çıkarıyor. Belki hedeflendiği kadar sürpriz öğesi içermiyor hikayenin gelişimi ama yine de bir merak duygusunun sürekli diri tutulabildiği açık. Görüntü yönetmeni Judith Kaufmann’ın hikâyenin geçmişini anlatırken grenli görüntüleri tercih etmesi filme kesinlikle bir şıklık katmış ve bu sahnelerde hem bir nostalji havasının hem de belirsizlikten kaynaklanan bir gerginlik duygusunun doğmasını sağlamış görünüyor. Seyircinin kadının geçmişi ile ilgili olarak kadının etrafındaki karakterlerden hep daha fazla biliyor olması bir aksamaya neden olmadığı gibi bu karakterlerin tepkilerine daha fazla konsantre olmasını sağlıyor ki bu da filmin seyir zevkine katkıda bulunuyor açıkçası.
Kadını oynayan Juliane Köhler’in karakterinin sırlarından kaynaklanan temkinli ve soğuk halini başarı ile canlandırdığı, annesi rolündeki usta sinemacı Liv Ullmann’ın neden usta olarak nitelenmesi gerektiğini göründüğü her sahnede kanıtladığı bir film bu. Ullmann’ın gerçekleri anlamasını sağlayan bir video kasedi seyrederken yanındakine kızgın bir şekilde, oturduğu koltukta öne kaydığı kısa bir an var ki sadece oradaki vücut dili bile bu ustalığı kanıtlamaya yetiyor. Yönetmen de bu oyunculukların eşliğinde yağ gibi akan bir dil ile anlatıyor hikâyesini bize. Sinema dilinde bir yenilik vs. yok ama hikâye ne gerektiriyorsa onu bire bir üretmeyi başarmış Maas ve hem hikâyesini ilgi ile izletmeyi hem de anlattığı üzerine seyircinin düşünmesini sağlamış. Doğu Alman istihbarat örgütü Stasi’nin kendi vatandaşları üzerindeki faaliyetlerine Florian Henckel von Donnersmarck’ın “Das Leben der Anderen – Başkalarının Hayatı” filminde tanık olmuştuk etkileyici bir şekilde. Burada ise Stasi örgütünün diğer ülkelerdeki istihbarat faaliyetleri geliyor karşımıza hikâyenin bir parçası olarak ve kapanış jeneriğinde örgütün Norveç’e yerleştirdiği ajanların tamamının hâlâ ortaya çıkarılamamış olduğuna inanıldığı söyleniyor. Bu ifade elbette hikâyeye br çekicilik katıyor ve Avrupa’nın tüm tarihsel akışını değiştiren İkinci Dünya Savaşı’nın neden savaşa katılan ülkelerin sineması için hâlâ zengin bir kaynak olduğunu tekrar anlamamızı sağlıyor.
Filmin “kalıcı” olamama dışında da kusurları var. Belgeselci yanı da olan yönetmen Maas sık sık bir televizyon için çekilmiş ve bir parça didaktik bir belgeselin havasına kapılmaktan da kendini alamamış görünüyor. Bunun yerine karakterlerin duygularının daha fazla sergilenmesini sağlayacak imkânları yaratmış olsa daha çekici bir sonuç elde edebilirmiş. Ve kuşkusuz, o uzun yolculuklarda keyifle okunan bir romanın havasına bir parça daha fazla derinlik katabilse çok daha iyi olurmuş. Yine de gerek yukarıda saydıklarım, gerekse senaryo onu epey ihmal etmiş görünse de koca rolündeki Sven Nordin’in oyunu ve Norveç’in o muhteşem İskandinav güzelliğinin “soğukluğunu” pek çok sahnesinin parçası yapmayı başarması ile de ilgiyi hak eden bir film bu.
(“Two Lives” – “İki Hayat”)