“Gözü yükseklerdeydi, hiçbirimizi beğenmezdi. Kocası ile küçük kızını terk edip, kötü yollarda bir garip yolcu oldu”
Yaşadığı yoksul hayattan mutsuz olan bir genç kızın gerçek aşkı görmeyip, zengin bir adama aşık olması ile gelişen olayların hikâyesi.
Bülent Oran’ın senaryosundan Ülkü Erakalın’ın çektiği bir Yeşilçam filmi. 1970’lerin Türk sinemasının tipik örneklerinden biri gibi görünse de kimi özellikleri ile yine de farklılaşmayı başaran bir film bu. Hale Soygazi, Engin Çağlar ve Ahmet Mekin’e Aliye Rona, Yıldırım Önal ve dönemin ünlü Türk Sanat Müziği şarkıcısı Sevim Çağlayan’ın eşlik ettiği filmde Yeşilçam’ın Nubar Terziyan, Handan Adalı ve Feridun Çölgeçen gibi vazgeçilmez karakter oyuncuları da yerlerini almışlar. Bu oyuncuları ile sıkı bir nostalji duygusu da yaşatan film hem senaryosu hem de Erakalın’ın sayısı fazla olmasa da klasik Yeşilçam’dan uzaklaştığı sahnelerdeki anlatımı ile ilgi çekebilir.
Sinemamıza “Senin annen bir melekti yavrum” gibi -üzerine binlerce espri de üretilmiş olan- cümleler armağan etmiş olan Bülent Oran, üretkenliği nedeni ile Safa Önal ve Erdoğan Tünaş ile birlikte “Üç Silahşörler” olarak adlandırılan senaristlerden biri. Kimlerine göre bini aşan ama 500’den fazla olduğu kesin olan senaryoları ile bugün Yeşilçam denince akla gelen pek çok filmin yaratıcıları arasında yer almış Oran. Yönetmen Ülkü Erakalın ise klasik melodramların “ustası” olan ve Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan isimlerden biri. Bu ikilin ortaklığının sonucu olan “Bir Garip Yolcu” klasik Yeşilçam filmlerinden hoşlananların ilgisini kesinlikle çekecek bir çalışma olduğu gibi, bu zevke uzak düşenlere de kimi tercihleri ile farklı ve cazip gelebilir.
Cat Stevens’ın (ya da sonraki adları ile önce Yusuf İslam, sonra Yusuf’un) “Lady D’Arbanville” şarkısından -elbette herhangi bir izin alınmadan, telif derdi olmadan- uyarlanan şarkıyı filmin oyuncularından da biri olan Sevim Çağlayan’ın sesinden dinleten açılış jeneriği ile başlıyor film. İlk dakikalarında da hem tüm karakterlerini hem de derdinin ne olduğunu seyirciye anlatmayı başarabiliyor. Yaşadığı hayattan sıkılıp gözü yüksekte olan ama iyi yürekli bir genç kız, ona aşık iyi yürekli bir işçi genç, hem onun fabrikadaki ustası hem de kızın babası olan iyi yürekli bir adam, yıllar önce şöhret ve para için evini terk eden, kızın öldü diye bildiği, iyi yürekli ama pişman bir anne, genç adamın tipik diye tanımlayabileceğimiz iyi yürekli annesi ve filmin baş karakterlerinden tek kötü olanı: fabrikanın patronu ve genç kızı tuzağına düşürmeye çalışan bir adam. Tüm bu karakterlerden ortaya çıkacak tipik bir Yeşilçam filminin hikâyesini bir çırpıda pek çok kişi rahatlıkla tahmin edebilir kuşkusuz. Peki, senaryoyu az ya da çok farklı kılan ne? Bir zamanlar sağcı bir sinema eleştirmeni Yeşilçam dünyasını zenginleri hep kötü karakter olarak gösterip, servet düşmanlığı yapmakla suçlardı. Burada da kötü olan tek ana karakter zengin bir fabrikatör. Evet, kızın annesi de onun kadar olmasa da zengin ama o hep etrafına yaptığı iyilikle anılıyor filmde, hem de zaten bu zenginliğe sahip olurken kaybettiklerini düşününce derin bir pişmanlık içinde yaşıyor. Burada bir farklılık yok kısacası. Fabrikadaki mühendis ile ustamız arasında bir makine üzerinden çıkan tartışmada ise filmimiz alışılageldiği üzere tecrübeyi okumanın, bir başka deyişle alaylı olmayı okullu olmanın üzerine çıkararak yine klasik Yeşilçam “halkçılığının” tarafında tutuyor yerini. Finalde elbette kötüler cezalandırılırken, iyi ve dürüst olan kazanıyor ve kötü olmasa da, işlediği günahların bedelini iyi yürekli olan da ödüyor ilahi adaletin yerine geldiği duygusunu hissetmemiz için. Hikâyedeki farklılık ise özellikle genç kız ve fabrikatör karakterlerinin detaylarında yer alıyor. Hale Soygazi tamamen iyi bir karakter olarak çizilmiyor örneğin. Sadece gözünün yükseklerde olması değil onu “saf iyi” kılmayan, kendisine aşık genç adamla açıkça ve bazen de haince oynuyor. Deniz kenarındaki bir sahne bu acımasız oyunun iyi bir örneği. Ahmet Mekin’in fabrikatörü ise kadınlardan nefret eden, önce tuzağına düşürüp sonra onları başından atmaktan zevk alan bir adam ama fabrikasında kaza geçiren ustasını evine gelerek ziyaret edip, yardımda bulunacak kadar iyi yürekli hem de kadınlara olan düşmanlığının arkasında senaryomuzun ne olduğunu ima etmeye dahi gerek duymadığı bir psikolojik problem ile resmediliyor. Karakterlerin çizimindeki bu farklılıklar bir yana bırakılırsa, hikâye beklenebileceği gibi ilerliyor ve sonlanıyor elbette.
Türkann Şoray’a ismi ile selam gönderildiği film alışverişe file ile çıkılan, Boğaz’ın yapılarla dolu olmadığı ve mahalle kültürünün hâlâ sürdüğü günlerin İstanbul’unda geçiyor. Çekildiği 1972 yılının modası gereği de tüm kadınları mini etekleri ile görüntülüyor kamera. Belki de eski Türk filmlerini bazen bu denli çekici kılan da o “yitirilen” günlerden resimler getirmesi karşımıza. Tüm bunların yanında filmin öne çıkan kusurlarından da söz etmek gerekiyor. Genç kızın yoksul mahallesinde adeta Nişantaşı sokaklarında yürür gibi gezinmesi, işlevini anlamanın imkânsız olduğu bir hızlı araba kullanma sahnesi (neyse ki çok kısa sürüyor), klasik hikâye şablonlarından hemen hiç şaşmaması, müziğin hemen her konuşulmayan anı dolduracak şekilde aşırı kullanımı, kendisine ismi ve adresi ile mektup gönderen kadın sonraki buluşma sahnesinde kendisine ismi ile hitap edince şaşıran adam, daha önce kendisini hiç aramamış birine söylenen “beni gene ara” gibi cümleler veya mahalledeki herkesten gizlediği bir hayatı terk edip mahalleye geri dönmeyi oradakilere -başarısız görünerek- küçük düşmek olarak nitelendirmek gibi tuhaflıklar filmde bolca yer alıyor bekleneceği üzere. Bir araba kazası, felç olma (yürüme, konuşma ve hafıza kaybı problemleri ile birlikte) ve şok aracılığı ile gelen bir mucize ile felçten kurtulma hikâyede unutulmamış kuşkusuz! Ahlâkçılığı da eksik değil filmin: “Bu durumum bütün genç kızlara örnek olmalı hâkim bey”.
Halse Soygazi’nin aksamadığı, Engin Çağlar’ın idare ettiği, Yıldırım Önal’ın tiyatro oyunculuğu zaman zaman öne çıksa da işini yaptığı filmde, Aliye Rona onlarca filmde kendisine çizilen benzer bir rolün (acılar içindeli öfkeli anne) içini doldurmayı başarıyor. Bir Yeşilçam geleneği olarak filmde kendi adı ile oynayan Sevim Çağlayan ise elinden gelen çabayı gösteriyor ama başta filmdeki ilk sahnesi olmak üzere mimikleri ile zaman zaman o derece oynuyor ki abartı kelimesinin görsel karşılığı haline geliyor. Keşke bu abartısını frenleseymiş Erakalın! Ahmet Mekin ise sanki hiç esnekliği olmayan bir vücut ile yer almış hikâyede ve hikâye boyunca adeta bir kalıp gibi hareket ediyor ve şaşırtıyor gerçekten.
“Yaşantım sanki esaret / Kalmadı bende cesaret” gibi şarkı sözlerinden, “Bizim gibilerin acısını ancak gecenin karanlığı gizleyebilir” gibi cümlelerine kadar “büyükve acılı” sözleri de olan filmde yönetmen Erakalın’ın bazı sahnelerdeki “cesaretini” ise takdir etmek gerekiyor. Özellikle Çağlar ile Soygazi arasındaki sahnelerde iki karakteri adeta görüntünün belli yerlerine yerleştirerek birbirlerine bakmadan konuşturmak, kontrbasın üzerinde gezinen parmaklara odaklanmak, mahkemede şahitlerin konuşmaları ile hakimin sorularını ilginç biçimde kurgulayarak zamanda bir kesinti duygusu yaratmak gibi denemeleri olmuş ve açıkçası filme sıradan seyirciyi rahatsız etmeyecek bir üslup zenginliği getirmiş bu tercihler. Yönetmen bu alçak gönüllü üslup denemelerinin en başarılısını, Çağlar ve Soygazi arasında geçen bir konuşmayı hiç göstermeyip, konuşma sonrasını sessiz ve uzak bir çekimle ve karakterlerin tepkilerini vücut dilleri ile ifade ettikleri sahnede gösteriyor.