Joe – David Gordon Green (2013)

“Yapabileceğini biliyorum, yapabileceğini biliyorum. Buna eminim. Ama bunu yapmak zorunda değilsin. Tamam mı, evlat?”

Gündüzlerini çalışmak, akşamlarını da yalnız başına içmekle geçiren bir adamın karşısına çıkan 15 yaşındaki bir genç ile dostluğunun hikâyesi.

ABD’li yazar Larry Brown’un aynı adlı romanından, Gary Hawkins’in uyarladığı ve David Gordon Green’in yönettiği bir film. Kendisi de bir sinemacı olan Hawkins, Larry Brown üzerine ödüllü bir belgesel de çekmiş. William Faulkner ve Cormac McCarthy gibi ABD’nin güney bölgelerinden olan ve eserleri onlarınki ile kıyaslanan Brown’un bu eseri ve sinema uyarlaması bölgenin havasını epeyce taşıyor. Venedik’te Altın Aslan için yarışan film, şiddet üzerinde dönüp duran hikâyesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Şiddetin ve öfkenin hem gösterildiği hem de hikâyesinin yönlendiricisi olduğu film bir yandan da dostluk, arınma ve dayanışma üzerine de bir şeyler söylüyor ve oyuncularının sıcak ve doğal performansları ile göz dolduruyor kesinlikle.

ABD bağımsız sinemasının bir örneği olan çalışmada, filme adını veren Joe karakterini Nicolas Cage, dost olduğu genci Tye Sheridan ve gencin babasını Gary Poulter canlandırıyor. Poulter’ın üzerinde bir parça durmak gerekiyor. Gerçek bir evsiz olan Poulter sinemadaki bu ilk ve son rolünde çok doğal ve başarılı bir oyun veriyor ve itirazlara rağmen başrolü ona vererek ciddi bir riski üstlenen yönetmen Green’i haklı çıkarıyor. Filmin gösterime girmesinden kısa bir süre önce sokakta ölü bulunan Poulter sertliğin ve kötücüllüğün hâkim olduğu bir dünyada ayakta kalmaya çalışan karakterlerin trajedisinin perdede bu kadar doğal görünmesinin en büyük nedenlerinden biri oluyor performansı ile. Genç oyuncu Sheridan ise zamanından önce büyümek zorunda kalmış, yaşının ve birikimin çok üzerinde bir yükü taşımak zorunda kalan genci yine benzer bir doğallıkla ve sadelikle oynuyor. Kariyerinde hayli parlak işlerin yanında zaman zaman neden oynadığını anlamanın güç olduğu roller de olan Nicolas Cage de son dönemdeki en içi dolu rollerinden birini başarı ile canlandırıyor ve geçmişi, öfkesi ve tanığı olduğu kötülüklerin arasında sıkışıp kalmış karakterini filmin en çekici unsurlarından biri yapmayı başarıyor. Öyle ki filmin yumuşaklık ile sertlik arasında gidip gelen havasını sadece onun oyununun karakteri üzerinden bile takip edilebilir hale getirmiş görünüyor.

Biri pek çok sıkıntıdan geçmiş görünen, yalnızlık, bıkkınlık ve öfke ile dolu bir hayat süren bir adam, diğeri çok problemli bir ailede büyümek zorunda kalmış ve yaşından büyük davranışları benimsemek zorunda kalmış bir genç. Bu iki acılı erkeğin arasındaki ilişki -birinin diğerinin elinden tutarak onu etrafındaki kötülüklere karşı korumaya çalışması ve diğerinin ise karşısındakini tekrar hayata katacak bir masumiyeti geri getirmesi ile gelişen bir dostluk bu- filmi pek çok diğer temanın yanında her şeyden önce sağlam bir dostluk filmi yapıyor. Sinemanın son zamanlarda bu konuda üretebildiği en sıkı dostluk filmlerinden biri karşımızdaki ve bir yandan da “aile” kavramını sorgulatıyor seyircisine alçak gönüllü bir şekilde. Gencin kaybetmişlik, kötücüllük ve yozlaşmanın somut haline dönüşmüş babası ile paylaştığı aile hayatı ile şimdi hayatına girmiş olan bir büyük abi (belki de bir baba) olan adamla kurduğu “aile”nin karşılaştırılması bu kavramı sorgulatan seyirciye. Bize sormadan verilen ile kendi kurduğumuz ailelerin karşılaştırması bir başka deyiş ile. Hikâye tüm bunları umut veren finali ile sonlandırarak anlatırken, aslında hayli sert bir dünya getiriyor karşımıza ABD’nin güneyinden. Yoksulluk, taciz, şiddet dolu bir dünya bu ve Joe bu dünyada verdiği ve kendisini bitirmiş görünen mücadeleyi, sevgi ile bağlandığı bir çocuk adına yeniden canlandırırken eğer bir şeyler dünyayı -iyi yönde- değiştirebilecekse, bunun sevgi ve dayanışma ile kurulmuş bir mücadele olduğunu söylüyor bize.

Yönetmen Green hikâyesini anlatırken pek çok etkileyici sahneye sadelik ile yaratılmış, gerçekçi ve çarpıcı bir zenginlik katmış. Örneğin babanın işlediği cinayet, sahnelenişi, yalınlığı, diyalogları ve oyunculukları ile tüyler ürpertici güzellikte. Joe’nun genç arkadaşı ile kaybolan köpeğini aradığı anlar da bir dostluğun (ve belki de bir baba oğul ilişkisinin) doğuşunu ve iki insanın bu ilişkiyi üzerinde emek harcayarak yaratışlarını benzer bir güzellikte anlatıyor bize. Jeff McIlwain ve David Wingo’nun imzalarını taşıyan ve içerdiği hüznün yanısıra bir trajedinin de haberini verir gibi görünen müziklerin katkısına da dikkat edilmeli bu sahnelerde ve aslında filmin tümünde. Kapanış jeneriğine eşlik eden Ryan Bingham’ın şarkısı da hem melodisi hem sözleri ile filmin orijinal müziğini destekliyor bu açıdan ve filme şık bir kapanış sağlıyor. Tim Orr’un görüntüleri ise gerek dış gerekse iç çekimlerdeki sıcak renkleri ile dikkat çekiyor ve hem ABD’nin bu bölgesinin havasının hem de hikâyenin “sıcak sertliğini” hatırlatıyor bize.

İçindeki kötücülüğü tüm şiddeti ile dışarı çıkaran bir baba ve “beni hayatta tutan şey kendimi tutabilmem, hayatım yapmak isteyip yapmamam gerekenlerle dolu” diyen bir arkadaş. Bu iki rol modeli arasında hayatını kurmaya çalışan genç bir delikanlının hikâyesinde, film bu birbirinden çok farklı görünen ama bir yandan da birbirine çok benzeyen iki adamın aslında yaşadıkları Amerikan toplumunun ürünü olduğunu söylüyor bize. Yoksulluğun, sertliğin egemen olduğu bir toplum bu ve Joe’nun istenmeyen ağaçları “öldürerek yok etmek” olan işinin vurguladığı (belki de sembolü olduğu) gibi hasta ve çürümeye yüz tutmuş sanki. David Gordon Green’in gerçekçi ama bir yandan da dozunda tutulmuş bir sembolizm barındıran filmi -zaman zaman sahneler arasındaki ilişkiyi yeterince belirgin kılamamak ve bütünsellikte bir eksiklik barındırmak gibi kusurları olsa da- kesinlikle görülmeyi hak ediyor.

(Visited 81 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir