Diary of a Madman – Reginald Le Borg (1963)

“Akbaba güvercini yedi; kurt kuzuyu yedi; aslan keskin dilli yaban sığırını yuttu; insan aslanı okla, mızrakla, barutla öldürdü; ama Horla, insan ata ve öküze ne yaptıysa aynısını insana yapacak: Malı, kölesi ve yemeği, ve iradesinin önemsiz bir aracı. Vah başımıza gelene!”

İşlediği cinayetlerin iradesini ele geçiren şeytani bir gücün işi olduğunu iddia eden bir mahkumla görüşen yargıcın yaşamaya başladığı garip olayların hikâyesi.

Hollywood’da özellikle 1940’lı yıllarda çektiği düşük bütçeli korku filmleri ile tanınan Avusturyalı Reginald Le Borg’un yönetmenliğini üstlendiği film Fransız yazar Guy de Maupassant’ın “Le Horla“ adlı kısa hikâyesinden Robert Kent’in senaryosu ile aktarılmış sinemaya. Bu film de özellikle efektleri ile Le Borg’un diğer filmleri gibi düşük bütçesinin izlerini taşıyan, Maupassant’ın hikâyesinden sadece “iradeyi ele geçiren bir güç” temasını alıp bir film süresi için gerekli olacak unsurları içeren farklı bir akış ekleyerek ilerleyen ve Vincent Price’ın başka filmlerinde konuya uygun düşen oyununun burada bir parça “fazla” göründüğü bir çalışma.

“Horla” kelimesi Fransızca’da da anlamı olmayan bir kelime ve Amerikalılar bu adı taşıyan hikâyeyi filme aktarırken “Diary of a Mad Man – Bir Delinin Hatıra Defteri” ismini uygun görerek seyircinin algısına doğrudan müdahale eden bir tercihte bulunmuşlar ki doğru bir tercih olmamış bu. Üstelik orijinal hikâyede baş karakterin yaşadığı doğaüstü olaylar nedeni ile delirmeye başlayıp başlamadığını sorgulaması burada çok da iyi işlenmediği için bu tercih daha da yanlış görünüyor. Kahramanımızın cenaze töreni ve ardından vasiyeti üzerine günlüğünün okunması ile başlayan film, bu günlük üzerinden geriye dönüyor ve zaman zaman onun anlatıcı sesi ile yaşananları aktarıyor seyirciye. Bu anlatıcı tercihinde de bir sıkıntı var aslında. Çünkü kahramanımızın olmadığı, dolayısı ile içeriğini günlüğüne yazamayacağı anları da görüyoruz filmde. Bu da hem anlatıcısı olan hem de olmayan bir film getiriyor karşımıza ki garip bir durum bu elbette. Filmin Maupassant’ın hikâyesine uygun olarak olayları ABD’ye taşımadan Fransa’da anlatması ise doğru bir tercih ama burada da Hollywood’a özgü bir gariplik kendisini gösteriyor: Örneğin bir sahnede sanat galerisinin camında Fransızca yazıları görürken, hemen ardından aynı galerinin içindeki başka yazıları İngilizce olarak gösteriyor bize filmimiz!

Giyotin ile cezalandırdığı mahkum ile konuşmasından sonra onun söylediği doğaüstü olayları yaşamaya başlayan ve kendisini karşı koyamadığı gizemli bir gücün ellerinde bulan yargıcı özellikle düşük bütçeli korku filmlerinin usta oyuncusu Vincent Price canlandırıyor filmde. Genellikle rol aldığı filmlere olumlu anlamda damgasını vuran ve kendisine has mimikleri ve vücut dili ile hikâyeye seyir keyfi katan Price burada o denli başarılı görünmüyor. Kaşlarını kaldırarak konuşması ve uzun boyu ile sarsak hareketleri burada hikâyeye pek de uygun değilmiş gibi görünüyor ve filmi gereğinden fazla “ucuz” gösteriyor. Bunda elbette Robert Kent’in senaryosunun da payı var; orijinal hikâye insanlığın başına bela olan ve onların iradelerini ele geçiren bir “varlık”tan söz ederken, burada önce bir mahkumun ve onun ölümünden sonra da bir yargıcın iradesine hükmeden bir “varlık” çıkıyor karşımıza. Bir başka deyişle insanlığın değil birey(ler)in içine düştüğü bir “delilik” var filmin odağında.

Filmin efektleri de başta gözlerde parlayan yeşil ışık olmak üzere dönemin koşullarına göre de hayli zayıf ama düşük bütçesinin açıkladığı bir durum bu. Üstelik yargıcın yaptığı büstün yüz ifadesinin mutlu bir gülümsemeden trajik bir hüzne dönüşme anı gayet başarılı olarak getirilmiş görüntüye. Gözle görünür olmayan kötücül varlığın kahramanımızın yanına giriş çıkışında pencereyi tercih etmesi ise efekt kolaylığı açısından uygun, etkileyicilik açısından zayıf kalıyor. Bıçağa yansıyan haçın bir cinayeti durdurması ve filmin sondaki banal dinsel mesajının bir rahibin ağzından karakterlere (aslında seyirciye) sunulması ise pek de iyi niyetli olmayan bir muhafazakâr anlayışın sonucu elbette.

Kusurlarına rağmen, ne olursa olsun Price’ın varlığı, Maupassant’ın havasından hayli uzaklaşmış olsa da yine de yitirmediği “küçük hikâye” havası, başta açılıştaki sis içindeki mezarlık görüntüsü olmak üzere zaman zaman karşımıza getirdiği Edgar Allan Poe ve Roger Corman atmosferi ile ilgi gösterilebilecek bir film bu. İnsanlığın iradesinin peşindeki şeytani varlığın (filmin ahlâkçı sonunu ve finaldeki vaazı düşünürsek dinlerdeki şeytanın ta kendisi olduğu söylenebilir bu varlığın) Maupassant’ın hikâyesindeki amacı burada ortadan kaybolunca, film yaptıklarını niye yaptığını anlamadığımız bir kötülükle karşı karşıya bırakıyor bizi ama buna çok da takılmamak gerekir belki de. Kaldı ki saf kötülüğün tam da bu olduğunu, yani amaçsız ve sadece kötülüğün kendisini hedefleyen bir davranış olduğunu söyleyebiliriz değil mi?

(“Bir Delinin Hatıra Defteri”)

(Visited 225 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir