“Silah sözü işittin mi babanı, yemek sözü işittin mi ananı dinleyeceksin”
Battal Gazi’nin, karısını öldürüp çocuğunu kaçıran Şövalye Andrea’dan aldığı intikamın hikâyesi.
1970’lerin Yeşilçam’ının ve seyircisinin pek sevdiği Battal Gazi serisinden bir film. Duygu Sağıroğlu’nun senaryosundan Natuk Baytan’ın çektiği film başroldeki Cüneyt Arkın’ın fiziksel performansı ile ayakta duruyor ve serinin diğer filmleri gibi bol milliyetçilik içermesinin yanısıra yoğun bir dinsel içeriğe sahip olması ile de dikkat çekiyor. Mantığın hemen her anında hikâyenin dışında kaldığı film “gâvurlara” karşı savaşan müslüman Türkler’in maceralarına ve Cüneyt Arkın’a düşkün olanlar için sadece.
“Battal Gazi’nin Oğlu” filmi için yazdıklarımın hemen tümünü bu fim için de tekrarlamak mümkün aslında. Yine de bu filme de “hakkını vermek” ve kimi farklılıklarını vurgulamak için bir şeyler söylemekte yarar var. Yeşilçam’ın tarihsel avantür filmlerinin olmazsa olmazı “mantığın çöktüğü anlar”la başlayalım. Senaryo bu filmi diğerlerinden farklı bir konuma oturtan dinsel içeriğini önümüze boca ederken ve dinsel propagandasını yaparken Allah ve Tanrı ikileminin arasında kalmış görünüyor. Seküler dilin Tanrı kelimesi ile ifade ettiğini muhafazakâr dil Allah ile ifade eder genelde ve Tanrı kelimesinin çok tanrılı dillerdeki kavramı işaret ettiğini öne sürerek ret eder. Filmimiz de ilk yarısında Tanrı kelimesi ile başlayıp, ikinci yarısında Allah ile devam ediyor çoğunlukla. Duygu Sağıroğlu’nun senaryosu bu iki farklı dile de hizmet etmeye çalışmış ama bunu yaparken kafası da karışmış görünüyor. Örneğin içinde Tanrı kelimesi geçen bir cümle kuran Battal Gazi hemen ardından okunu atarken “Ya Allah” diye bağırıyor ve karısını ve çocuğunu Allah’a emanet ettiğini söylüyor bir soru üzerine. Dil konusundaki bu kafa karışıklığı aslında filmin mantık problemlerinin en hafifi denebilir. Tahmin edilebileceği gibi mantıksızlıklar birbirinin peşi sıra akıp duruyor karşımızda hikâye boyunca. Üç buçuk (!) kılıç darbesi ile on kişinin birden ortadan kaldırılması, sırtına hayli ağır görünümlü bir haç bağlı olan Battal Gazi’nin onlarca “gâvur” askeri ile tek başına savaşması, bir şişenin içindekini koklar koklamaz bir robota dönen adam, sekiz yıl hücrede kalan kahramanımızın çıkar çıkmaz gösterdiği üstün fiziksel beceriler, vücuduna saplanmış ve biri göğsündeki 3 okla yine onlarca düşman savaşçısını alt eden Battal, kendi halinde yaşayan bir dedenin görür görmez Battal Gazi’yi tanıması (fotoğrafını görmüş olmalı önceden!), tüm hikâye boyunca yüzleri açık gezindikleri halde bir sahnede öyle yapmaları gerektiği için müslüman kadınların müslüman oldukları için yüzlerini açmaması ve üstelik gâvurların kalesine dansözlüğe giderken bunu yapmaları ve filmin son sahnesinde Battal’ın “yıllarca koynumda sakladım” diyerek oğluna verdiği sancağı o ana kadar giyinik veya çıplak Battal’ın üzerinde hiç görmemiş olmamız… Bu örneklere daha pek çoğu eklenebilir kuşkusuz.
Yine pek çok farklı kaynaktan çalınmış müziklerin ve bu müziklerin “Tanrı’ya şükür” ifadesinin hemen ardından yanık bir ney sesi dinletmek gibi kaba kullanımlarının benzer filmlerde olduğu gibi burada da karşımıza çıktığı filmde erkek ve kadın rolleri de altı defalarca çizilerek net bir biçimde vurgulanıyor seyirci için. Kaleye girmek için kadın kılığına giren erkekler bir alay, aşağılama ve hatta erkek olduğunu bilenler için bile bir cinsel taciz konusu oluyorlar. Öyle ki Türk toplumunun bu roller konusundaki ortalama görüşünün, hikâyenin milliyetçi ve dinci içerikleri ile birlikte bu tür filmler tarafından şekillendirilmiş olduğunu düşünüyor insan. Defalarca kelime-i şehadet getirilen bir film bu. Tek başına, ikili ve gruplar halinde karakterler Hristiyanlık’tan İslâmiyet’e geçerken, ölürken vs. her fırsatta dile getiriyorlar bu “şahitliklerini”. Tüm gâvurların kötü kelimesinin karşılayamayacağı aşağılık sıfatlarla donanmış olduğu hikâyede tanık olduğumuz kötülükler anlatılır gibi değil. Sadist hristiyanlar namaz kılan ve ezan okuyan Müslümanları okla vurmaktan, doğramaktan müthiş bir zevk alıyorlar, en ufak bir ahlâk duygusu taşımıyorlar, işkence yaparken kahkaha atıyorlar vs. tahmin edileceği gibi. Senaryo bununla da yetinmiyor ve aynı eylemi yapan (örneğin birini soymak) bir müslümanı överken bir hristiyanı yerin dibine batırıyor ve bunun bir örneği olduğu gibi hikâyenin başından sonuna sürekli olarak iki dini karşı karşıya getiriyor. Hristiyan şövalyeye göre Battal Gazi’nin en büyük suçu binlerce hristiyanı müslüman yapmak, Battal oğlunun Hristiyan olduğunu görünce verdiği tepkiyi başka hiçbir şey için o düzeyde vermiyor, tüm hristiyanlar korkak ve elbette tüm müslümanlar cesur, her zaman müslüman bir erkek hristiyan bir kadınla birlikte oluyor ama tersi ancak tecavüz sahnelerinde karşımıza geliyor, defalarca “gâvur” kelimesi kullanılıyor aşağılamak için vs.
Dövüş sahnelerinin uzadıkça uzadığı bu tür filmlerde kurgunun yeri de hayli ilginç aslında. Sürekli atlanan, zıplanan, dinamik ve çok ama çok dağınık hikâyesi olan bu tür filmlerin kurgusunu yapmak gerçekten sabır ve yetenek istiyor olsa gerek! Cüneyt Arkın’ın tüm fiziksel sahnelerin altından yine şaşırtıcı bir cesaret ile kalktığı, kendisinden oyunculuk açısından atlamak, zıplamak, uçmak ve kızdığında da öfkeli bakışlar atmak şeklinde özetlenebilecek beklentiyi kesinlikle karşıladığı film, sadece ve sadece ne seyredeceğinin farkında olan ve farkında olduğu bu şeyden de -neden bilinmez- hoşlananlar için. Ve belki bir de bu ülkenin içinden çıkamadığı bir zihinsel boşluğa nasıl düştüğünü ve yönetimi altında olduğumuz zihniyetin oluşum izlerinin nerelere kadar uzandığını keşfetmek isteyenler için…