“Herkesten nefret ediyordum. İngilizce değildi konuştuğum, nefretin dilini konuşuyordum. Ve kelimelerim yumruklarımdı. Bedenimi beni ya sonunda özgür kılacak ya da beni hapiste tutmaya kalkışanları öldürecek bir silaha dönüştürmeye karar vermiştim”
İşlemediği cinayetlerden yargılanarak müebbet hapse mahkum edilen boksör Rubin “Hurricane” Carter’ın masumiyetini ispatlamak için giriştiği mücadelenin hikâyesi.
Ringdeki dövüş stili ve başarıları nedeni ile Hurricane (kasırga) diye de anılan siyahi boksör Rubin Carter’ın gerçek hikâyesini anlatmaya soyunan filmin senaryosu, Carter’ın “The 16th Round” adlı otobiyografik kitabından ve Sam Chaiton ile Terry Swinton’ın birlikte yazdıkları “Lazarus and the Hurricane” adlı eserinden uyarlanarak Armyan Bernstein ve Dan Gordon tarafından yazılmış. Yönetmen koltuğundaki isim ise sondan bir önceki sinema filmini çeken ünlü bir isim olan Norman Jewison. Sonuç ise geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir dili ve içeriği olan, başroldeki Denzel Washington’un kimi sahnelerde oyunculuk sanatının zirvelerinde gezinen başarılı oyunu ile dikkat çektiği ve tam da bir Hollywood biyografisinden bekleneceği şekilde gerçeğin “sinemanın ticari gerçekleri” nedeni ile çarpıtıldığı bir film olmuş. Jewison genel olarak hikâyeye uygun bir tempo tutturmuş görünse de ortada sinema sanatı açısından pek de bir yaratcılık yok doğrusu ve film zaman zaman “hantal” bir hava da almıyor değil.
1966 yılında başarılı bir orta sıklet boksörü olarak boks kariyerini sürdürürken, işlemediği üç cinayet nedeni ile yargılanan ve yaklaşık 20 yıl cezaevinde kalan Rubin Carter’ın yıllar süren adalet arayışı kuşkusuz tek başına hayli çekici bir konu sinemasal açıdan. Siyah olmasından kaynaklanan önyargılarla ve siyah ve yoksul olmasından kaynaklanan travma dolu bir çocuklukla (“çocukluğumla ilgili söyleyebileceğim en güzel şey, hayatta kalmış olmamdır”) boğuşan bir adamın zirveye doğru ilerlerken kendisini içinde bulduğu trajedi tek başına Hollywood’a yetmemiş olacak ki gerçeğe pek çok ekleme yapmış senaryo. Aslında hiç yaşanmamış bir olayı gösteren “mahkemede nutuk” sahnesi (Hollywood’un olmazsa olmazı), gerçekte askerlikten atılmış olmasına rağmen bundan ve üç soygun nedeni ile dört yıl hapiste yatmış olmasından “haksızlığa uğrayan masum adam” imajını bozacağı için olsa gerek hiç söz edilmemesi veya kahramanımızın başına gelenleri sadece bir kişisel hıncın sonucu olarak göstermenin seyirciye yeni bir özdeşleşme sağlayacağı düşüncesi ile herhalde, dedektif ile onun arasında hiç olmamış ve olması da anlatılan kimi olayların dedektifin ölümünden sonra gerçekleşmiş olması nedeni ile mümkün de olmayan karşılaşmaları ısrarla göstermesi filmin “uydurulan” gerçeklerinden sadece birkaçı. Elbette bir biyografi filminde sinemanın kendine özgü dünyası nedeni ile gerçek hikâyeye ekleme veya çıkarmalar yapılabilir. Burada yapılan ise, dedektifin 10 yaşından beri adamımıza taktığını göstermek için uydurulan bir karşılaşmada olduğu gibi, apayrı bir gerçeklik yaratmak oluyor ki film bunu açıkça ifade etmediği sürece (baştaki alçak gönüllü uyarı bunu söylemekten çok uzak) ve kendisini gerçek bir hikâyeyi anlatan bir konuma da koyduğu için bir çarpıtma kesinlikle.
Masumiyeti kanıtlandığı için değil, suçlu olduğu yargısına varılan davalardaki adaletsiz uygulamalar ve kendisine karşı açıkça ön yargı ile yürütüldüğü kanıtlanan bir soruşturma ve yargılama sürecinin sonucunda mahkum edildiği anlaşıldığı için yaklaşık yirmi yıldan sonra serbest bırakılan Carter rolünde, genelde çok özel bir başarısı görünmeyen senaryonun kimi anlarda sağladığı imkânlarla da çok sıkı bir oyunculuk sergilemiş Denzel Washington. Örneğin hücresinde kendi kendine konuştuğu (daha doğrusu içindeki üç ayrı kişiliğin birbirleri ile kavga ettiği) sahnede kelimenin tam anlamı ile döktürüyor. Üstelik bu sahneyi Norman Jewison hak ettiği kadar parlak bir şekilde düzenleyememiş olmasına rağmen Washington’un çarpıcı bir gösteri sergileyebilmiş olması, onun başarısını daha da değerli kılıyor açıkçası. Washington’un hayat verdiği Rubin Carter’ın masumiyet mücadelesi boyunca kendisine Muhammed Ali, Ellen Burstyn ve Bob Dylan gibi ünlüler de destek olmuşlar. Dylan kendisi için 1975 yılında “Hurricane” adında ve hayli popüler olan bir şarkı da yazmış ki filmdeki çeşitli gerçek görüntülerden birinde Dylan’ı şarkıyı canlı olarak seslendirirken de görüyoruz. Bu belgesel görüntülerin kullanımının bir parça gelişigüzel olduğunu söylemek gerekiyor burada, yeri gelmişken. Film gerçeğe olmayan hikâyeler katmak yerine gerçeğin bir parça daha fazla peşine düşüp, eminim bolca var olan gerçek görüntüleri daha akıllıca kullanabilirmiş kesinlikle.
Filme esin kaynağı olan kitaplardan biri Carter’ın adalet mücadelesini, kendisini evlat edinmiş Kanadalı bir aile (iki erkek ve bir kadından oluşan bu aile ve bireyleri hakkında göründükleri onca sahneye rağmen nerede ise elle tutulur tek bir şey öğrenemiyor olmamız senaryonun ciddi kabahatlerinden biri) ile birlikte yürüten bir siyah genci de (gencin adı Lesra, kitabın adındaki Lazarus’un bir kısa versiyonu) odağına alıyor ve senaryo da iki ayrı eserden uyarlanmış olmanın kimi sıkıntılarını aşamamış görünüyor. Hikâye bu gencin ve Carter’ın bir bakıma kendilerini birbirlerinde bulmalarını yeterince gerçekçi ele alamadığı gibi, hikâyenin odağı da özellikle ikinci yarıda sık sık bu iki karakter arasında kayıp duruyor doğrusu.
Bob Dylan’ın şarkısının yanısıra Christopher Young’un blues esintileri de içeren başarılı müziği ve dönemin pek çok ünlü şarkısı filmin işitsel alanda bir çekiciliğe sahip olmasını sağlamış kesinlikle. Roger Deakins’in görüntüleri de bu başarıyı görsel alanda tekrarlamış (filmin geçmişe döndüğünde sadece boks maçı sahnelerini siyah-beyaz olarak göstermesi ilginç ve bir parça da yanıltıcı bir tercih çünkü hem geçmişi “farklı renkler”le anlatmış oluyor hem de gerçek görüntülerin siyah beyaz olması nedeni ile boks sahneleri için aslında ima etmediği bir şeyi de ima etmiş görünüyor).
Gururlu, öfkeli ve bir parça kendini beğenmiş olarak resmedilen, ama gerçek hayatta anlaşılan bu özelliklerin hepsini fazlası ile taşıyan bir adamın bu bir parça eski bir sinema dili ile anlatılmış, duygulara oynamaktan çekinmeyen ve karakterlerini saf iyiler ve saf kötüler olarak sınıflayarak ticari sinemanın kalıplarına sıkı sıkıya bağlı kalan filmin kusurları az değil ama karşı karşıya kaldığı korkunç adaletsizlik karşısında bir insanın nasıl çıldırmadan sağ kalabildiğini iyi anlatabilmesi ve Denzel Washington’un kahramanının aklına ve bedenine seyirciyi sokabilmesi ile yine de önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma, özet olarak.
(“On Altıncı Raund”)